Miles Davis Siyahsan ve bir beyazın "Yeaaah hoo" diye çığlık attığını duymuşsan, oradan topuklamanın zamanıdır, çünkü bokta...
![]() |
Miles Davis |
"Yeaaah hoo" diye çığlık attığını duymuşsan,
oradan topuklamanın zamanıdır,
çünkü boktan şeylerin olacağı kesindir"
Yüzüne o tuhaf mask ifadesi ne zaman yerleşmişti acaba? "Tutu'nun kapağındaki Afrika masklarına benzeyen yüzünü gördüğümde şaşırmıştım. Sonraları sahnede gördüğüm yüzün de öyleydi. Sahnede, sanki orada degilmişsin gibi durduğunu, pırıltılı ceketinle tuhaf bir çelişki yaratan asık yüzünü hatırlıyorum. Pembeli-yeşilli, parlak ceket, dünyaya meydan okuyan, Zeki Müren'vari bir neşe saçıyordu.
Oysa yüzün öyle asıktı ki, Açıkhava Tiyatrosu'nu dolduran kalabalık şaşkın birbirine bakıyordu: "Biz ona ne yaptık?" Sahnede, trompetini aldın, bir köşeye çekildin, arkanı döndün bize. O konserden en çok, kemiklerinin seni öne eğmesine rağmen, dimdik durmaya çalıştığını hatırlıyorum, bir de içimi parçalayan o keskin trompet sesini.
Bu konserin anılarıyla yetinseydim, seni bir Afrika totemi kadar gerçeküstü ve soğuk bir "siluet" olarak hatırlayacaktım. Evde müziğini dinlemek bile, bu silueti yumuşatmıyor, hatta çizgileri keskinleştiriyordu. Nefesin, metalin soğuk yüzeyinde dolaşıyor, binlerce çağrışımla dolu tuhaf sesler çıkarıyordu.
Sonra bir gün, o eğik duruşunla çekilmiş bir fotoğrafını, bir kitabın kapağında gördüm: Kitabın adı "Miles"dı...
Bu tür kitaplar aldığımda hep yaptığım gibi, dayanamayıp önce fotoğraflı sayfaları çevirdim. Orada kocaman gözlü, uzun kirpikli, kıvırcık saçlı şipşirin bir zenci çocuk olarak çıktın karşıma. Çok tuhaf biliyorum ama, seni hiç "zenci" olarak düşünmemiştim. Benim için, karanlık, salonlarda yankılanan bir trompet çığlığı; payetli ceketi, sahne ışıkları altında parlayan bir "star"dın sen. İmajların arasında "zenci" oluşun yoktu. Oysa kitabın satırları arasında hüzünle gördüm ki, sen hepsinden önce bir "zenci'ydin. Hem de hücrelerine kadar...
Doğu St.Louis'de, üniversite bitirmiş doktor bir babanın ve iyi eğitim görmüş, piyano çalan, zarif bir annenin çocuğuydun. Kocaman bir eviniz, akrabalarınız, dostlarınız vardı. Eğer bir de rengin birkaç ton açık olsaydı hayata çok şanslı başlamış olacaktın.
Ama ne varlıklı olmak, ne de efsanevi Juilliard'a kadar uzanan eğitimin, her şeyden önce bir "zenci" olduğunu unutturmadı sana. Bir de 52. Sokak vardı tabii... Daha 17 yaşında havasını soluduğun New York'taki o meşhur 52. Sokak... Basık tavanlı, dumanlı klüplerde, zor beğenen "baba" cazcılar karşısında, dizlerin titreyerek trompet çaldığın 52. Sokak...
O sokakta 'Bird' ve 'Diz' vardı. Çocuk gözlerinle her nefes alişlarını saydığın idollerin vardı. Juilliard'daki sınıflarda somurtup otururken hep onları düşünürdün. "...Juilliard'ı bu yüzden bıraktım sonunda. Bana bir şey öğretmiyorlardı ve bana öğretebilecekleri bir şey bilmiyorlardı, çünkü siyahların müziğine karşı önyargılıydılar. Ve benim öğrenmek istediğim oydu: Siyah müzik..."
Siyah müziği öğrendin, ama müzik akademilerinde değil, karanlık gecelerde... Ustaların, o dumanlı klüplerde, inanılmaz yetenekleriyle seni büyülediler, hemen ardından "iyi mal" bulamadıkları için kavgalar çıkarıp şaşırttılar seni. Onlar, durmadan küfür eden, ama duygulu; kocaman gövdeli ama üzüm gözlü, simsiyah adamlardı. Hepsi o uzun gecelerde kendi müziğini arıyordu. Sen de onların arasına karıştın. Ama sen sadece müziğini değil, "kendini" arıyordun. Yani onurlu bir "zenci" olarak kalmanın yollarını...
Dizzy'nın ya da "Satchmo"nun (Louis Armstrong), bembeyaz dişlerini gösteren palyaço gülümsemeleri tüylerini ürpertiyordu. "Asla Tom Amca olmayacağım" dedin kendi kendine. Sözünü tuttun, öyle bir tuttun ki, ne parçalarını anons ettin sahnede, ne de gülümsedin. Müziğin alkışlarla bölünmesin diye çoğu zaman parçalarına ara bile vermedin... Yaşamın ise, sana "Siyah Miziği" öğreten siyah adamların yazgısıyla birleşti:
Sen de içtin, esrarla kafa buldun, eroin takıldın, dünya güzeli kadınlara aşık oldun, sokaklarda kavga ettin, içeri girdin... Kısacası yaşadın işte. Ama ünün dünyayı tuttuğu zamanlarda bile, zenci olduğun için, büyük otellerin ana kapısından giremedin. Polisle başın dertten kurtulmadı. Tanrısal yetenekleriyle seni -ve bizi- büyüleyen Billie Holiday, Bird, Bessie Smith ve daha nice siyah dostun, acılar içinde ölüp gittiler. Sen her cenazenin ardından onuruna sıkı sıkı sarıldın:
"Beyazlar, sürekli John Hammond'un Bessie Smith'i keşfettiğini söylerler. Siktir! Zaten orada olan birini nasıl keşfedebilirsin? Onu gerçekten keşfedip, beyaz şarkıcılara tanınan olanakları tanımış olsalardı, Missisipi'nin arka yollarında o şekilde ölmezdi. Bir trafik kazasından sonra, beyaz hastaneler onu kabul etmediği için, kan kaybından ölmüştü Bessie..."
Karanlıklar Prensi! O kitabın ardından, anılarımdaki siluetin, yavaş yavaş değişiyor. Doğrusu, sahnedeki o "totem" görünüşün çok etkileyiciydi, biraz da rüyayı andırıyordu.
Ama doğrusu yerini alan görüntülerin de çok güzel: Kocaman iki üzüm göz, "fırlama" bir delikanlının bıçkın gülüşü, dimdik bir duruş, öfkeli bakışlar. Ve hepsinin fonunda, o dayanılmaz ses: "Siesta"nın başındaki o çığlık...
Deniz Mukan