photo by Berenice Abbott Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında Avrupa’nın büyük kentlerinde kümelenen eşcinsel topluluklarda heteroseksüel işke...
![]() |
photo by Berenice Abbott |
Wilde davasından henüz on yıl sonra bir araya gelerek Victorian ahlaka köktenci tarzda başkaldıran Bloomsbury Grubu eşcinselliği ve biseksüeliteyi yaşam üslubu olarak kabullenmişti. Üst sınıf kökenli sanatçıların oluşturduğu bu entelektüel aristokrasi aynı zamanda, Britanya ruhuna kuşkuyla bakıyor ve monarşinin asık çehresiyle alay ediyordu. Aynı yıllarda Paris’te, yeni sanatı yakalama çabasındaki sanatçıların başını çeken fakat hiçbir akıma bağlanmayan Jean Cocteau, çevresinde toplanan genç bohemlerle birlikte gönlünce yaşıyordu.
Cocteau’nun eşcinsel yaşantısı hakkında kamuya yönelik en açık ifşa (ve aynı zamanda suçlaması), yüzyıl başlarında genç bir erkeğin önce yaşıtı delikanlılarla, sonra da kendisinden yaşlı erkeklerle gönül ilişkilerini anlatan yarı-özyaşamsal homoerotik öyküsü “Beyaz Kitap”tır. 1928′de yayınlanan kitabın iki yıl sonra yapılan ikinci basımı Cocteau’nun çekici bulduğu erkek tipini betimleyen erotik resimleriyle süslenmişti. Süslemelerin çoğunluğunu antik Yunan heykellerinden esinler taşıyan ve erkeksi güzelliği ülküselleştiren profiller oluşturuyordu. En erkeksi tutkular donuk yüz ifadeleriyle maskelenmişti ve maskelerin ardında denizcilerin, bıçkın delikanlıların vahşi güdüleri gizliydi. Cocteau’nun sevecenlikle çizmiş olduğu bu yarı-tanrı yarı-insan yaratıklar gelişmiş bir alt-kültürün fantezileriydiler.
Paris yakınlarında Maisons-Lafitte’de dünyaya gelen Cocteau, ergenlik yıllarında okul arkadaşlarından Pierre Dangelos adlı oğlanın kusursuzluğu simgeleyen yüzüne ve katıksız saf ruhuna sevdalanmıştı. Sonraki yıllarda “Orphee ve Ürkünç Çocuklar”dan Paul, Dangelos’un saf ruhunun taşıyıcısı olacaktı.
Birinci Büyük Savaşın ertesinde Cocteau, bu kez gönlünü Max Jacob’un tanıştırdığı genç yazar Raymond Radiguet’e kaptırmıştı. 1922 yılında mürekkep kalemle çizidiği resimlerde genç ve yakışıklı Radiguet’in tensel günahlara çağıran iri dudakları ve gözleri dikkat çekicidir. Fakat ertesi yıl Radiguet’in genç yaşta ölümü, yaşamın fırtınalarına hiç de yabancı olmayan Cocteau’nun bile kaldırabileceğinden fazlaydı. Karanlığa gömüldü ve giderek artan dozlarda afyon kullanmaya başladı. 1924’de çizdiği ve ‘Kuş Avcısı Jean’in Gizemleri’ adı altında topladığı bir dizi resim bu tedirgin ve kararsız ruh halini yansıtır. Dizideki her resimde değişik bir Cocteau görünür. Denizci, melek, filozof, ozan… Gerçek bir ses ve imaj aramaktadır.
Cocteau’nun çevresindeki sanatçılar arasında Christopher Wood ve Francis Rose adlarındaki iki genç İngiliz ressam özellikle göz alıyorlardı. Wood’u Cocteau ile tanıştıran da Max Jacob olmuştu. Liverpool yakınlarında dünyaya gelen Christopher Wood’un çocukluğunda geçirmiş olduğu kan hastalığı öğreniminin yarım ve bir ayağının sakat kalmasına neden olmuştu. 1914-18 yılları arasında savaş nedeniyle babasının evden uzak kalması küçük Christopher’ı annesine bağlamıştı. İlerleyen yıllarda, genç bir adam olan ressamın annesine yazmış olduğu mektupların satır aralarında Şilili diplomat sevgilisi Gandarillos ile olan ilişkisine ışık tutacak ipuçlarını okumak olanaklıdır.
Wood yaşamının hiç beklemediği bir döneminde sevgilisi Antonio de Gandarillos sayesinde Paris sosyetesine ve sanat çevresine adım atmıştı. Gandarillos bununla da kalmamış, genç ve yakışıklı sevgilisine pahalı zevkler aşılamıştı, afyon kullanmak gibi.
Genç ressam, sanatı üzerinde yoğunlaşarak bir an önce kendi sesini bulmak için sabırsızlanıyordu ama Paris’teki devingen bohem yaşama karşı direnemiyordu. İlgisini çeken her üslubu denemişti. İster bir yatak odasında lavabonun önünde yıkanan çıplak erkek figüründe olsun (modeli Francis Rose idi), isterse “geveze, cana yakın, çocuksu ve daima güleryüzlü bir maymun” sözleriyle tanımladığı Gandarillos’un 1926 yılı portresinde olsun, her resminde değişmeyen dolaysız bir canlılık vardı.
Erkek dansçıyı öne çıkaran ve baleyi eşcinsel duyarlılığın euphemismine dönüştüren Rus emprezaryo Serge Diaghilev, 1926 yılında Wood’dan, Londra’da sahneleyeceği Romeo ve Juliet’in dekorlarını yapmasını istemişti. Sonuçta tasarı suya düşmüştü ama tamamlayabildiği kadarıyla dekorlar Wood’un en etkileyici çalışmaları arasına girmişti. Aynı yıl, ressam arkadaşı Ben Nicholson ile birlikte bir süre kalmak için gittiği St. Ives’de üslubundaki kararsızlıktan bir ölçüde uzaklaşacaktı. St. Ives’deki yalın köy yaşamı ve çalışma ritmi yaşamında başlangıçtan beri eksik olan dinginliği sağlamıştı ve ruhunun fırtınalarını geçici de olsa yatıştırmıştı. Buna bağlı olarak, balıkçı köyünün manzara ve insan yüzlerinde yoğunlaşan resimlerindeki üslubu da yalınlaşmıştı.
St. Ives’deki sakin günlerden sonra Paris’e döndüğünde çarpık sevdaların karmaşasına yeniden yakalanan Wood, 1927 yılında yapmış olduğu kendi portresinde işini önemseyen bir sanatçı görünümündedir. Elinde fırça, hemen yanındaki masanın üstünde tamamlanmış tablolar. Ancak, bakışlarında ciddiyetin yanısıra işlerin göründüğü denli iyi gitmediğini sezdirmek isteyen bir alaycılık da okunur.
Ölümünden bir yıl önce, 1929’da artık yaşamının tek bir egemeni vardı: Afyon. Üstelik Gandarillos’dan ayrıldıktan sonra maddi bakımdan büyük sıkıntı içine düşmüştü. Alışkanlığını sürdürebilmek için çoğu zaman, önceden içilmiş afyonun posasını ateşte biraz yakarak ikinci kez içmek zorunda kalıyordu. Bu ise, dozu iyi ayarlanmadığında kolaylıkla zehirlenmeye ve ölüme yol açabilirdi. Şaşırtıcı olan, ucuz boya kullanılarak yapılmış ve parlak renklerle boyanmış bu son dönemdeki kayık ve küçük liman resimlerine, yükselmiş bir gerçeklik duygusunun damga vurmasıdır.
1930 yazında, yirmi dokuz yaşında yaşamdan yorgun düşmüş Wood, dolu bir tabancayı cebinden hiç eksik etmeden, felaket bir afyon mahmurluğuyla Avrupa’yı baştan başa dolaştı. Sabah burada ise, akşam ermeden oradaydı. Kötü niyetlerinden hiç kuşku duymadığı bazı ajanların sürekli kendisini izlediklerine inanıyordu. Peşini bırakmıyorlardı. Her gittiği yerde izini buluyorlardı. O korkunç 1930 yılının huzursuz günlerinden birinde, Salisbury tren istasyonunda annesi ve kızkardeşiyle birlikte yediği öğle yemeğinden sonra rayların üzerine, Londra’dan gelmekte olan ekspresin önüne attı kendisini. Oysa, yemek boyunca oldukça sakin bir hali vardı.
Cocteau’nun çevresindeki diğer genç İngiliz ressam Francis Rose, Wood ile kıyaslandığında görece az devinimli bir yaşamı yeğlemişti. Fakat aristokrat kökenli Sir Francis Rose’un kişiliği Wood’unkinden daha az renkli değildi. 1920-30 yıllarında, dostlarının (aralarında Isadore Duncan da vardı) portrelerini yaparak Avrupa’yı dolaşmıştı. ‘Yaşamı Söylemek’ adlı özyaşam öyküsünde Rose, hem dostlarının romantize edilmiş kişilik portrelerini hem de dönem Avrupa’sının, özellikle Berlin’in ağır eşcinsel atmosferini verir. “Genç bir erkeğe askıntı olunmadan Berlin’in orta yerinde dolaşmanın olanaksızlığı”ndan söz eder. Eşcinselliğin açıkça savunulması ve İngiltere’de suç sayılmasına son verilmesi talepleri de kitapta geniş yer tutar.
1970’lerin başında Gay Liberation Front’un (GLF) Londra’daki toplantı ve gösterilerinde, omzunda papağanını taşıyan egzotik giysiler içinde yaşlı bir adama rastlanıyordu. Sir Francis Rose’dan başkası değildi bu.
Halil Turhanlı, Meleklerin düştüğü yer,sf 30,35