Patti Smith Bir partideydim, hiçbir şey olduğu yoktu. Bir sürü kız, solgun neon wurlitzer bir müzik kutusuna yaslanmış duruyordu. Ölü se...
![]() |
Patti Smith |
Uyandım ve oda değişmişti. Radyoda 'Riders On The Storm' çalıyordu, Dj birden araya girdi ve Jim Morrison'ın öldüğünü söyledi. Havalı tüfeğimi kaptım ve sallanan hedefe nişan aldım. Küçük mumdan kafalarının içindeki müzik sesleriyle tavanda sallanarak donen ördekler. Camus, ölümün kumar oynamaya ve kahramanlığa gerçek anlamlarını verdiğini söyler ama ben bir diğer Fransız deyişini tercih ederim. Ölü bir kahraman olmaktansa, yaşayan bir zavallı olmak daha iyi. Radyoyu fırlattım. İyi elli bir şans oyunu -yerel bingo- (büyüleyici) aranırken ya da şanssız bir şekilde fişler poker için ortaya konarken.
Johnny Ace, 'Pledging My Love' ile listelerden 'Just A Dream' i indirmek üzere Teksas'tan doğuya gittiğinde kendinden emindi. 'Dream' dokunaklıydı ama kim bu şarkının Jimmy Clanton'ı etkileyeceğini hayal edebilirdi? Johnny kasabaya geldiği zaman, tüm kızlar naylon çoraplarını hazırlardı. Beyaz kızlar. 50'lerde hiç zenci kız yoktu. Parlayan at kuyruk saçlar. Sıcak yumuşak boğazlarını sıkıca saran şifon fularlı kızlar. Taze bir ekmeğinkine benzer ten renginde kızlar. JohnnAce onlar için şarkı söyledi. R&B listelerinde yer almayan, İspanyol kanı, teri olmayan bir kahraman. Boston marulu kadar körpe baladlar, yumuşak bir bebek başından daha yumuşak ezgiler. Tetiği çekinceye kadar... Bir Noel akşamı, Ace, zenci kadife sesli Sinatra, sahne arkasındaydı Rus ruleti oynuyordu. 45 kalibre silahını aldı, kendi favori plağını döndürür gibi, namluyu çevirdi ve beynini dağıttı.
Bazıları Vladimir Mayakovski'nin ilk rock&roll yıldızı olduğunu söyler. Caddelerde haykırarak hızla koşan, delikanlı, anarşist, yakışıklı 22 yaşındaki Rus şair. Geniş piyano dişli ve göğsünde marshall amfiler var-mışçasına gür çıkan sesi. Hep kilise toplantılarına, partilere, barlara, bilardo salonlarına girer çıkardı. Rusya'da bilardo salonları var mıydı? Kim bilir? Eğer varsa, hepsine uğramış mıydı? Şaşırtıcı megafon ağzıyla, 7 ft boyunda kabadayı bir şairdi. Tanrı bir şiirdeki acı dolu vaatlerin uyaklı isyanını biliyor muydu? Mayakovski biliyordu ve Rusya'da binlerce çocuk onun arkasından rock müzik yaptı.
Ta ki o sabaha kadar... Kalabalık bekliyorken, kahramanımız son gürleyen aryasını yazıyordu. 'Ben ve ölüm hesaplaştık'. Tıpkı bizim Johnny Ace'imiz gibi, o da istenmeyen kartı seçti. Temiz gömleğini giydi, pencereye doğru kasılarak yürüdü, belki aynada kendine bir baktı. Rusya'nın Marlon Brando'su manivelayı havaya kaldırdı, tetiği çekti ve kalbine ateşledi. Rus ışığı kırmızıya boyandı. Cenaze töreni pop festivali sonrası gibiydi. Bilirsiniz - Monterey'deki son vuruşlar - ses yok - düşünceler dağılmış. Tüm kadınlar siyah pelerinler giymişler. Rusya ağlayan bir rahibe manastırıydı, çünkü Mayakovski -hayranlarına hiçbir şey söy-lemeyen tek başına bir Tanrı - kendi yaşantısına son vermişti.
Paranızı başka birinin üstüne yatırdığınızda bir şansınız olur. At yarışındaki gibi, sık sık kazanırsınız ama er ya da geç yağmurda orada öyle ayakta kalakalırsınız. Deha zirveye çıkmak ve çekilmektir ya da kalıcı olarak silinmektir. Bizler dönek tipleriz. Şampiyon kazanmaya devam etmediği sürece şampiyon değildir. Ani bir vuruşla ringlerin dışına ya da yükseldiği listelerin dışına çıktığı ana kadar. Pabst birasında denildiği gibi, 'ikinci olmak istediğinden mavi kuşak almazsın'
İşte bunun gibiydi. Önce şu metafordan kurtulayım. Poker oyunu yoktu. Kart oyunlarında hep kaybeden oldum. Bir rüyaydı ve sıçrayarak uyandım. Buddy Holly Kennedy'den bu yana yağ bağlamıştık. Platin porcshe'ler, minyatür uçaklar, sustalı bıçaklar, zehirler, cumartesi gecesi ekstraları, motorsikletler, iğneler, haplar, heyecanlar, eski ford'lar. Jackson Pollack'ı hiç iş başında gördünüz mü? O 'boğa balesi' ve 'mavi kutuplara dalış'. Önsezi onun işiydi. Kazalara inanmazdı. Kanı kendi acısı gibi serpildi. Çünkü pek çok kahraman gibi çılgın bir sürücüydü. Eski bir oyunun kuralı olarak bunda bir sorun yok. Ve ben fotoğrafları beğendiğimi itiraf etmeliyim. Çamurluğun bükülmüş çeliğini, serilmiş eli, kırık boynu. Televizyonda Lee Harvey Osvvald'ın ölümü canlı yayında yakalamasının yeniden gösterildiği an. Bunlar jenerasyonumuzun saldırgan ritimleriydi.
Ama ritimler yer değiştiren kurallara benzer. Yeni birşey geliyor ve bizler onun oluşunu hissetmek için dikkat kesilmeliyiz. Yepyeni ve tamamiyle kendinden geçiren birşey. Ekstasi maharetlerinin hepsi çevremde dönüyor. Hendrix'in son sahiplendiği ele, Joplin'in son sarhoş boğazına, Morrison'ın son aydınlatılmış düşüncelerine inanmayı reddediyorum. Onlar bedenlerinden uçup gitmediler. Ölümsüz müzik kutularında kış uykusuna yatarak sonsuza dek paylaşıldılar.
Onlar gittiler ve biz hala hareket ediyoruz. Jim Morrison'ın mezarına gittim ve hiçbir şey yoktu. Altıncı bölümde kirli bir yer. Paris'te pek çok yapılacak iş, pek çok zevk alınacak şey varken, orada tek başıma çamur içinde hüngür hüngür ağlar gibi oturdum. Hiç birşey yoktu. Ne mezartaşı, ne salman birşey, ne çiçek ne de bir duygu. Sadece üzerinde AMI arkadaşı yazılı, Jim Morrison'ın hep istediği küçük bir plastik plak vardı.
Paris'e şeytan çıkarmaya gittim. İlerlemek için içimde beslediğim bir çeşit büyük canavar. Mezarının üzerinde salınan bazı melodilerle karşılaşacağımdan gayet emin bir şekilde gitmiştim. Fakat hiçbirşey yoktu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu, bir çeşit keder ve çılgınlığı büyü ile çağırmaya çalışıyor gibi orada oturdum. Gördüğüm rüyayı anımsadım. Açık bir alana gelmiştim ve mermer taş üzerinde bir adam gördüm. O Morrison'dı ve insandı. Ama kanatları mermerle birleşiyordu. Özgür olmak için mücadele ediyordu ama Prometheus gibi özgürlük onun çok ötesindeydi.
Birkaç saat orada oturdum. Çamura bulanmıştım ve hareket etmeye korkuyordum. Derken herşey bitti. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Yeni planlar, yeni rüyalar, yolculuklar, senfoniler, renkler kafamın içinde yarışıyorlardı. Sadece bu kahrolası yerden uzaklaşmak, eve gitmek ve kendi işimi yapmak istedim. İçimdeki ahenkli ışığa odaklanmak. Eteğimi düzelttim ve ona hoşçakal dedim. Siyahlar içinde yaşlı bir kadın, kötü bir ingilizceyle konuştu. 'Şu mezara bak! Ne kadar üzücü! Neden siz Amerikalılar şairlerinize saygı duymuyorsunuz?' Düşüncem ağzımdan önce harekete geçti. Rüyayı tamamladım. Taş eridi ve o uçup gitti. Yağmurluğumdan çamurları silkeledim ve yanıtladım:
Biz geçmişe bakmayız da ondan!
Çeviren & Hasibe Bal
Çalıntı Dergisi - 07 Haziran 1999