Ben kendi kudretimin malikiyim ve Ben ancak Biricik olduğumu bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-Sahip-Olan [malik], Biricik’te yara...
Ben kendi kudretimin malikiyim ve Ben ancak Biricik olduğumu bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-Sahip-Olan [malik], Biricik’te yaratıcı Hiç’e, doğduğu yere geri döner. Benden yüce her varlık, ister Tanrı olsun ister insan, biriciklik duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin güneşi karşısında söner. Meselemi Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi tüketen geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesidir ve Ben diyebilirim ki:
Ben meselemi Hiç’e bıraktım.
Hıristiyanlık öncesi çağ ve Hıristiyanlık çağı birbirlerine karşıt bir erek peşindeler; biri reel olanı idealize etmek, ötekisi ideal olanı realize etmek ister; biri “kutsal tin”i, ötekisi “nurlanmış ten”i bulmak ister. Bu nedenle biri reel olana karşı duyarsızlıkla “dünyayı aşağılamak” ile sonuçlanırken, ötekisi ideal olanı dışlamakla, “tini aşağılamak” ile sonuçlanacaktır.
Reel ile ideal arasındaki karşıtlık uzlaşmazdır ve biri asla ötekisi olamayacaktır: Eğer ideal, reel olsaydı, ideal olmazdı artık; reel, ideal olsaydı, o zaman sadece ideal var olacaktı, reel ise olmayacaktı artık. İkisi arasındaki karşıtlık ancak insanın her ikisini de imha etmesiyle aşılabilir. Karşıtlık sadece bu “insan”da, bir Üçüncüde son bulabilir; aksi takdirde düşünce ve realite hiçbir zaman birbiriyle örtüşmezler. Düşünce, düşünce olarak kalacak şekilde realize edilemez, ancak düşünce olarak ölürse realize edilir; reel için de aynı şey geçerlidir.
Bu durumda karşımızda düşünce taraflısı olan Eskiler ve realite taraflısı olan Yeniler durmakta. İkisi de bu karşıtlıktan kurtulamamaktadırlar; Eskiler tinin hasretini çekerlerdi ve eski dünyanın bu dürtüsü giderilmiş ve tine erişilmiş gözükünce, Yeniler hemen bu tini dünyevileştirmeye giriştiler; ancak tini dünyevileştirme her zaman için “gerçekleşemeyecek bir arzu” olarak kalacaktır.
Eskilerin dindar arzusu kutsallıktı; Yenilerinkisi ise bedenselliktir. Nasıl ki Eski Çağ özlemini tatmin etme gereği duyduğu için batmak zorunda kaldıysa (çünkü o sadece özlem duymakla mevcuttu), Hıristiyanlık çemberi çerçevesinde de asla bedenselliğe varamaz. Nasıl ki, kutsama ve arınma Eski dünyayı başından sonuna kadar belirlediyse (yıkanmalar vb.), Hıristiyan dünyasını da her zaman için bedenselleşme belirleyecektir: Tanrı bu dünyaya inip dünya işlerine karışacak, bedenselleşerek dünyayı kurtaracaktır. Demek ki dünyada kendini gerçekleştirecektir; ancak Tanrı “düşünce” ve tin olduğu için, neticede (örn. Hegel’e göre) düşünce Herşeye, dünyaya yerleştirilir ve “düşüncenin, usun Herşeyde olduğu” kanıtlanır. Pagan Stoacıların “bilge kişi” olarak ortaya koydukları şeyin günümüz kültüründeki karşılığı “İnsan”dır ve her ikisi de bedensiz varlıklardır. Gerçek-olmayan “bilge kişi”, Stoacıların bu bedensiz “Aziz”i gerçek bir kişi oldu, bedenselleşen Tanrı’nın içinde etten-kemikten “Aziz” oldu; gerçek-olmayan “İnsan”, şu bedensiz Ben bedenselleşmiş Ben’de, Kemdim’de gerçek olacaktır.
“Tanrının varoluşu” sorusu bütün bir Hıristiyanlık tarihi boyunca bir düğüm halinde varlığını korumuştur ki, varoluşu, bedenselliği, kişiliği ve gerçekliği yakalama dürtüsü insanların ruhunu sürekli meşgul ettiğini kanıtlar, çünkü bu soruya asla tatmin edici bir çözüm bulunamamıştır. Neticede Tanrının varoluşu sorusu nihayet ortadan kalktı, ancak bu kez de sadece “tanrısalın” varoluşu olduğu önermesinin yeniden ayaklanması için (Feuerbach). Ne var ki, bunun da varoluşu yoktur ve “arı insansalın” gerçekleşebileceğinin son sığınması da uzun süreli bir barınak sağlamayacaktır. Hiçbir düşüncenin varoluşu yoktur, çünkü hiçbiri bedenselleşmeye muktedir değildir. Skolastiklerin realizm ve nominalizm tartışması da aynı içeriğe sahiptir; kısacası, bu soru bütün bir Hıristiyanlık tarihi boyunca bin bir ağ örerek sürüp gider ve onun içinde sonuçlanamaz.
Hıristiyanlık dünyası, düşünceleri yaşamın her alanında, kilisenin ve devletin kurum ve yasalarında realize etmeye çalışır; ancak düşünceler buna karşı direnir ve gövdeleşemeyen, (gerçekleşemeyen) bazı şeyleri daima geriye bırakırlar. Bedenselliğin asla gerçekleşmemesine karşın, yine de hiç durmaksızın gövdeleştirmeye çalışılmaktadır.
Demek ki realize etmek isteyen için realiteler pek de önemli değildir, onun tamamen önemsediği şey, düşüncelerin gerçekleşmesidir; bu nedenle gerçekleşenin hakikaten düşünce ve düşüncenin çekirdeği olup olmadığını daima yeniden araştırır. Ve gerçeği incelerken aynı zamanda düşüncenin onun düşündüğü gibi gerçekleşip gerçekleşemeyeceği açısından düşünceyi de inceler ya da yanlış düşünüp düşünmediğini ve dolayısıyla düşüncenin gerçekleşememe olasılığının olup olmadığını inceler.
Hıristiyanlardan aile, devlet (vb) gibi mevcudiyetleri artık umursamamaları beklenmektedir; Eskiler gibi kendilerini bu “tanrısal şeylere” feda etmemeleri gerekir, onları içlerindeki tini canlandırmak için kullanmaları gerekir. Gerçek aile umursanmamaktadır artık, onun içinden oluşacak olan ideal aile “hakiki reel aile” olacaktır, kutsal ve Tanrı tarafından kutsanan aile ya da liberal düşünceye göre “ussal” bir aile olacaktır. Eskilere göre aile, devlet, vatan, (vb) varbulunanlar olarak tanrısaldır; Yeniler bunların tanrısallaşmasını beklemektedirler, sadece varbulunmaları günahtır, dünyevidir ve “kurtarılmaları” yani hakikaten reel olmaları gerekir. Bunun anlamı şudur: Aile (vb.) ne varbulunandır ne de reel; bizzat tanrısal olan ve düşünce hem varbulunandır hem de gerçektir; bu ailenin hakiki gerçek ve düşünce tarafından kabullenişi ile kendini gerçeğe dönüştürüp dönüştürmemesi şimdilik bilinmez. Aileyi tanrısal kabul edip ona hizmet etmek tek’in görevi değildir, tam tersine, onun görevi tanrısal olana hizmet etmek ve henüz tanrısal olmayan ailenin tanrısallaşmasını sağlamaktır yani düşünce adına her şeyi boyunduruk altına almak, düşüncenin bayrağını her yere dikmek, düşüncenin reel etkinliğini sağlamaktır.
Ancak Hıristiyanlık ve Eski Çağ, Tanrısal’ı önemsediklerinden birbirlerine karşıt yollardan hareket ederek neticede ikisi de yine Tanrısal’a varırlar. Tanrısal, Paganlığın son evresinde dünya-ötesine itilir, Hıristiyanlığın son evresinde ise dünya-içine alınır. Tanrısalı tamamen dünya ötesine taşımayı Eski Çağ başaramamıştır ve Hıristiyanlık bu görevi yerine getirince, tanrısal aniden yeniden dünyaya dönmeyi özler ve dünyayı “kurtarmak” ister. Ne var ki, Hıristiyanlık çerçevesinde tanrısalın dünya-içi olarak gerçekten dünyasalın bizzat kendisi olması olanaksızdır ve olanaksız kalacaktır: Çünkü “kötü”, us dışı, rastlantısal, “egoistçe” gibi “dünyasalın” kötü anlamlarına nüfuz edilemez, bunlar kalacaktır ve kalmak zorundadır. Hıristiyanlık Tanrının insanlaşmasıyla başlar ve insanlara ve insansal her şeye Tanrıyı kabul ettirmek ve her şeyi tin ile nüfuz ettirmek için dindarlaştırma ve kurtarma çabasını her zaman için yürütür: “Tin” için bir yer hazırlamaya çalışır.
Eğer neticede İnsan ve insanlık önemi vurgulandıysa da, yine de “ebedi konuşulan” düşünceydi: “İnsan ölmez!” İnsanlar böylelikle düşünce realitesini buldukları anlayışındaydılar: İnsan tarihin, dünya tarihinin Ben’idir; o yani şu ideal olan kendini gerçekten geliştirendir, demek ki realize edendir. O, gerçek reeldir, bedenseldir, çünkü tarih onun bedenidir ve tekler sadece bu bedenin organlarıdır. İsa dünya tarihinin hatta Hıristiyanlık öncesi tarihin Ben’idir; modern görüşe göre bu Ben İnsandır, İsa imgesinin yerini insan imgesi aldı: Tarihin “merkezi” tam olarak insandır. “İnsan” ile birlikte hayali başlangıç geri dönüyor: Çünkü İnsan tıpkı İsa gibi hayalidir. “İnsan” dünya tarihinin Ben’i olarak “Hıristiyan görüşlerin devrini sonuçlandırır.
Varoluş ile meslek arasındaki gerilim yani olduğum gibi olan Ben ile olmam gereken Ben arasındaki gerilim sona ererse, Hıristiyanlığın büyülü çemberi kırılır; bu çember sadece düşüncenin bedenselleşme özlemi olarak mevcuttur ve ancak ikisi arasındaki ayrılık gevşerse, o da yok olur; eğer düşünce sadece - düşüncede kalırsa ki, insan ya da insanlık bedensiz bir düşüncedir, o zaman Hıristiyanlık mevcut kalmaya devam eder. Hıristiyan, bedensel düşünceyi, bedensel ya da “yetkin tini” “günlerin sonu” olarak hayal eder ya da “tarihin ereği” olarak; şimdiki zamana ait olarak görmez.
Tek, Tanrı saltanatının kuruluşuna, modern bir ifadeyle, insanlığın gelişimi ve tarihine sadece iştirak edebilir ve iştirak ettiği ölçüde de ona Hıristiyanca ya da modern bir ifadeyle, insanca değer biçilir. Bunun dışında tek tozdan ve bir çuval dolusu solucandan ibarettir.
Tekin kendi için bir dünya tarihi olduğu ve genel dünya tarihinde de mülkiyet sahibi olduğu Hıristiyanlık anlayışını aşar. Hıristiyan’a göre dünya tarihi yücedir, çünkü Hıristiyan, dünya tarihinin İsa’nın ve “İnsanın” tarihi olduğunu sanır; egoiste göre sadece kendi tarihi bir değer taşır, çünkü sadece kendini geliştirmek ister, insanlık-düşüncesini ve Tanrı’nın planını, tanrısal öngörünün maksatlarını, özgürlüğü ve gibilerini geliştirmek istemez. Egoist kendini düşüncenin bir aracı, Tanrının bir kabı olarak görmez, hiçbir meslek tanımaz, insanlığın gelişimi için var olduğuna inanmaz ve onun gelişmesi için katkıda bulunmaz, bizzat insanlığın iyi ya da kötü durumda olup olmadığını umursamadan kendini yaşar. Eğer doğal bir durumu övme gibi bir yanlış anlaşılmaya neden olmazsa, Lenau’n “Üç Çingene”sini anımsatmak isterim. - Ne yani, Ben, düşünceleri gerçekleştirmek için mi dünyaya geldim? Örneğin “devlet” düşüncesinin gerçekleştirilmesi için vatandaşlığımla katkıda mı bulunacağım ya da “aile” düşüncesini varlaştırmak için evlenip, kocalık ve babalık görevlerini mi yerine getireceğim? Böylesi bir meslek umurumda bile değil! Nasıl ki bir çiçek büyümeyi ve güzel kokmayı bir meslek edinmiyorsa, Ben de bir mesleğe göre yaşamam.
Bir ideal olan “İnsan” gerçekleşmiş olur, eğer Hıristiyanlık anlayışı şu önermeye dönüşürse: “Ben, şu Biricik, İnsan’ım”. Bu durumda kavram sorusu: “İnsan nedir?” - kişisel soruya dönüşür: “İnsan kimdir?” “Ne”de kavram kavramı gerçekleştirmek için araştırılırdı; “kim”de bu bir soru değildir artık,sorunun içinde yanıtın kendisi şahsen mevcuttur: Soru kendini kendiliğinden yanıtlamaktadır.
Tanrı hakkında denir ki: “Adlar seni adlandırmaz”. Bu Benim için geçerlidir: Hiçbir kavram Beni dillendirmez, benim özüm olarak ileri sürülen hiçbir şey Beni tüketmez; bunlar sadece birer addır. Keza Tanrı için tam yetkin olduğu ve tam yetkinliğe erişme çabası gibi bir mesleği olmadığı söylenir. Bu da sadece Benim için geçerlidir.
Ben kendi kudretimin malikiyim ve Ben ancak Biricik olduğumu bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-Sahip-Olan [malik], Biricik’te yaratıcı Hiç’e, doğduğu yere geri döner. Benden yüce her varlık, ister Tanrı olsun ister insan, biriciklik duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin güneşi karşısında söner. Meselemi Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi tüketen geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesidir ve Ben diyebilirim ki:
Not: “Biricik” adlı metin Max Stirner’in Der Einzige und sein Eigentum (Biricik ve Mülkiyeti) adlı eserinin sonsözüdür - Ben Meselemi Hiç'e Bıraktım !
Kaynak: Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981. S. 407-412.
Almanca aslından Türkçeleştiren: H. İbrahim Türkdoğan
Ben meselemi Hiç’e bıraktım.
Hıristiyanlık öncesi çağ ve Hıristiyanlık çağı birbirlerine karşıt bir erek peşindeler; biri reel olanı idealize etmek, ötekisi ideal olanı realize etmek ister; biri “kutsal tin”i, ötekisi “nurlanmış ten”i bulmak ister. Bu nedenle biri reel olana karşı duyarsızlıkla “dünyayı aşağılamak” ile sonuçlanırken, ötekisi ideal olanı dışlamakla, “tini aşağılamak” ile sonuçlanacaktır.
Reel ile ideal arasındaki karşıtlık uzlaşmazdır ve biri asla ötekisi olamayacaktır: Eğer ideal, reel olsaydı, ideal olmazdı artık; reel, ideal olsaydı, o zaman sadece ideal var olacaktı, reel ise olmayacaktı artık. İkisi arasındaki karşıtlık ancak insanın her ikisini de imha etmesiyle aşılabilir. Karşıtlık sadece bu “insan”da, bir Üçüncüde son bulabilir; aksi takdirde düşünce ve realite hiçbir zaman birbiriyle örtüşmezler. Düşünce, düşünce olarak kalacak şekilde realize edilemez, ancak düşünce olarak ölürse realize edilir; reel için de aynı şey geçerlidir.
Bu durumda karşımızda düşünce taraflısı olan Eskiler ve realite taraflısı olan Yeniler durmakta. İkisi de bu karşıtlıktan kurtulamamaktadırlar; Eskiler tinin hasretini çekerlerdi ve eski dünyanın bu dürtüsü giderilmiş ve tine erişilmiş gözükünce, Yeniler hemen bu tini dünyevileştirmeye giriştiler; ancak tini dünyevileştirme her zaman için “gerçekleşemeyecek bir arzu” olarak kalacaktır.
Eskilerin dindar arzusu kutsallıktı; Yenilerinkisi ise bedenselliktir. Nasıl ki Eski Çağ özlemini tatmin etme gereği duyduğu için batmak zorunda kaldıysa (çünkü o sadece özlem duymakla mevcuttu), Hıristiyanlık çemberi çerçevesinde de asla bedenselliğe varamaz. Nasıl ki, kutsama ve arınma Eski dünyayı başından sonuna kadar belirlediyse (yıkanmalar vb.), Hıristiyan dünyasını da her zaman için bedenselleşme belirleyecektir: Tanrı bu dünyaya inip dünya işlerine karışacak, bedenselleşerek dünyayı kurtaracaktır. Demek ki dünyada kendini gerçekleştirecektir; ancak Tanrı “düşünce” ve tin olduğu için, neticede (örn. Hegel’e göre) düşünce Herşeye, dünyaya yerleştirilir ve “düşüncenin, usun Herşeyde olduğu” kanıtlanır. Pagan Stoacıların “bilge kişi” olarak ortaya koydukları şeyin günümüz kültüründeki karşılığı “İnsan”dır ve her ikisi de bedensiz varlıklardır. Gerçek-olmayan “bilge kişi”, Stoacıların bu bedensiz “Aziz”i gerçek bir kişi oldu, bedenselleşen Tanrı’nın içinde etten-kemikten “Aziz” oldu; gerçek-olmayan “İnsan”, şu bedensiz Ben bedenselleşmiş Ben’de, Kemdim’de gerçek olacaktır.
“Tanrının varoluşu” sorusu bütün bir Hıristiyanlık tarihi boyunca bir düğüm halinde varlığını korumuştur ki, varoluşu, bedenselliği, kişiliği ve gerçekliği yakalama dürtüsü insanların ruhunu sürekli meşgul ettiğini kanıtlar, çünkü bu soruya asla tatmin edici bir çözüm bulunamamıştır. Neticede Tanrının varoluşu sorusu nihayet ortadan kalktı, ancak bu kez de sadece “tanrısalın” varoluşu olduğu önermesinin yeniden ayaklanması için (Feuerbach). Ne var ki, bunun da varoluşu yoktur ve “arı insansalın” gerçekleşebileceğinin son sığınması da uzun süreli bir barınak sağlamayacaktır. Hiçbir düşüncenin varoluşu yoktur, çünkü hiçbiri bedenselleşmeye muktedir değildir. Skolastiklerin realizm ve nominalizm tartışması da aynı içeriğe sahiptir; kısacası, bu soru bütün bir Hıristiyanlık tarihi boyunca bin bir ağ örerek sürüp gider ve onun içinde sonuçlanamaz.
Hıristiyanlık dünyası, düşünceleri yaşamın her alanında, kilisenin ve devletin kurum ve yasalarında realize etmeye çalışır; ancak düşünceler buna karşı direnir ve gövdeleşemeyen, (gerçekleşemeyen) bazı şeyleri daima geriye bırakırlar. Bedenselliğin asla gerçekleşmemesine karşın, yine de hiç durmaksızın gövdeleştirmeye çalışılmaktadır.
Demek ki realize etmek isteyen için realiteler pek de önemli değildir, onun tamamen önemsediği şey, düşüncelerin gerçekleşmesidir; bu nedenle gerçekleşenin hakikaten düşünce ve düşüncenin çekirdeği olup olmadığını daima yeniden araştırır. Ve gerçeği incelerken aynı zamanda düşüncenin onun düşündüğü gibi gerçekleşip gerçekleşemeyeceği açısından düşünceyi de inceler ya da yanlış düşünüp düşünmediğini ve dolayısıyla düşüncenin gerçekleşememe olasılığının olup olmadığını inceler.
Hıristiyanlardan aile, devlet (vb) gibi mevcudiyetleri artık umursamamaları beklenmektedir; Eskiler gibi kendilerini bu “tanrısal şeylere” feda etmemeleri gerekir, onları içlerindeki tini canlandırmak için kullanmaları gerekir. Gerçek aile umursanmamaktadır artık, onun içinden oluşacak olan ideal aile “hakiki reel aile” olacaktır, kutsal ve Tanrı tarafından kutsanan aile ya da liberal düşünceye göre “ussal” bir aile olacaktır. Eskilere göre aile, devlet, vatan, (vb) varbulunanlar olarak tanrısaldır; Yeniler bunların tanrısallaşmasını beklemektedirler, sadece varbulunmaları günahtır, dünyevidir ve “kurtarılmaları” yani hakikaten reel olmaları gerekir. Bunun anlamı şudur: Aile (vb.) ne varbulunandır ne de reel; bizzat tanrısal olan ve düşünce hem varbulunandır hem de gerçektir; bu ailenin hakiki gerçek ve düşünce tarafından kabullenişi ile kendini gerçeğe dönüştürüp dönüştürmemesi şimdilik bilinmez. Aileyi tanrısal kabul edip ona hizmet etmek tek’in görevi değildir, tam tersine, onun görevi tanrısal olana hizmet etmek ve henüz tanrısal olmayan ailenin tanrısallaşmasını sağlamaktır yani düşünce adına her şeyi boyunduruk altına almak, düşüncenin bayrağını her yere dikmek, düşüncenin reel etkinliğini sağlamaktır.
Ancak Hıristiyanlık ve Eski Çağ, Tanrısal’ı önemsediklerinden birbirlerine karşıt yollardan hareket ederek neticede ikisi de yine Tanrısal’a varırlar. Tanrısal, Paganlığın son evresinde dünya-ötesine itilir, Hıristiyanlığın son evresinde ise dünya-içine alınır. Tanrısalı tamamen dünya ötesine taşımayı Eski Çağ başaramamıştır ve Hıristiyanlık bu görevi yerine getirince, tanrısal aniden yeniden dünyaya dönmeyi özler ve dünyayı “kurtarmak” ister. Ne var ki, Hıristiyanlık çerçevesinde tanrısalın dünya-içi olarak gerçekten dünyasalın bizzat kendisi olması olanaksızdır ve olanaksız kalacaktır: Çünkü “kötü”, us dışı, rastlantısal, “egoistçe” gibi “dünyasalın” kötü anlamlarına nüfuz edilemez, bunlar kalacaktır ve kalmak zorundadır. Hıristiyanlık Tanrının insanlaşmasıyla başlar ve insanlara ve insansal her şeye Tanrıyı kabul ettirmek ve her şeyi tin ile nüfuz ettirmek için dindarlaştırma ve kurtarma çabasını her zaman için yürütür: “Tin” için bir yer hazırlamaya çalışır.
Eğer neticede İnsan ve insanlık önemi vurgulandıysa da, yine de “ebedi konuşulan” düşünceydi: “İnsan ölmez!” İnsanlar böylelikle düşünce realitesini buldukları anlayışındaydılar: İnsan tarihin, dünya tarihinin Ben’idir; o yani şu ideal olan kendini gerçekten geliştirendir, demek ki realize edendir. O, gerçek reeldir, bedenseldir, çünkü tarih onun bedenidir ve tekler sadece bu bedenin organlarıdır. İsa dünya tarihinin hatta Hıristiyanlık öncesi tarihin Ben’idir; modern görüşe göre bu Ben İnsandır, İsa imgesinin yerini insan imgesi aldı: Tarihin “merkezi” tam olarak insandır. “İnsan” ile birlikte hayali başlangıç geri dönüyor: Çünkü İnsan tıpkı İsa gibi hayalidir. “İnsan” dünya tarihinin Ben’i olarak “Hıristiyan görüşlerin devrini sonuçlandırır.
Varoluş ile meslek arasındaki gerilim yani olduğum gibi olan Ben ile olmam gereken Ben arasındaki gerilim sona ererse, Hıristiyanlığın büyülü çemberi kırılır; bu çember sadece düşüncenin bedenselleşme özlemi olarak mevcuttur ve ancak ikisi arasındaki ayrılık gevşerse, o da yok olur; eğer düşünce sadece - düşüncede kalırsa ki, insan ya da insanlık bedensiz bir düşüncedir, o zaman Hıristiyanlık mevcut kalmaya devam eder. Hıristiyan, bedensel düşünceyi, bedensel ya da “yetkin tini” “günlerin sonu” olarak hayal eder ya da “tarihin ereği” olarak; şimdiki zamana ait olarak görmez.
Tek, Tanrı saltanatının kuruluşuna, modern bir ifadeyle, insanlığın gelişimi ve tarihine sadece iştirak edebilir ve iştirak ettiği ölçüde de ona Hıristiyanca ya da modern bir ifadeyle, insanca değer biçilir. Bunun dışında tek tozdan ve bir çuval dolusu solucandan ibarettir.
Tekin kendi için bir dünya tarihi olduğu ve genel dünya tarihinde de mülkiyet sahibi olduğu Hıristiyanlık anlayışını aşar. Hıristiyan’a göre dünya tarihi yücedir, çünkü Hıristiyan, dünya tarihinin İsa’nın ve “İnsanın” tarihi olduğunu sanır; egoiste göre sadece kendi tarihi bir değer taşır, çünkü sadece kendini geliştirmek ister, insanlık-düşüncesini ve Tanrı’nın planını, tanrısal öngörünün maksatlarını, özgürlüğü ve gibilerini geliştirmek istemez. Egoist kendini düşüncenin bir aracı, Tanrının bir kabı olarak görmez, hiçbir meslek tanımaz, insanlığın gelişimi için var olduğuna inanmaz ve onun gelişmesi için katkıda bulunmaz, bizzat insanlığın iyi ya da kötü durumda olup olmadığını umursamadan kendini yaşar. Eğer doğal bir durumu övme gibi bir yanlış anlaşılmaya neden olmazsa, Lenau’n “Üç Çingene”sini anımsatmak isterim. - Ne yani, Ben, düşünceleri gerçekleştirmek için mi dünyaya geldim? Örneğin “devlet” düşüncesinin gerçekleştirilmesi için vatandaşlığımla katkıda mı bulunacağım ya da “aile” düşüncesini varlaştırmak için evlenip, kocalık ve babalık görevlerini mi yerine getireceğim? Böylesi bir meslek umurumda bile değil! Nasıl ki bir çiçek büyümeyi ve güzel kokmayı bir meslek edinmiyorsa, Ben de bir mesleğe göre yaşamam.
Bir ideal olan “İnsan” gerçekleşmiş olur, eğer Hıristiyanlık anlayışı şu önermeye dönüşürse: “Ben, şu Biricik, İnsan’ım”. Bu durumda kavram sorusu: “İnsan nedir?” - kişisel soruya dönüşür: “İnsan kimdir?” “Ne”de kavram kavramı gerçekleştirmek için araştırılırdı; “kim”de bu bir soru değildir artık,sorunun içinde yanıtın kendisi şahsen mevcuttur: Soru kendini kendiliğinden yanıtlamaktadır.
Tanrı hakkında denir ki: “Adlar seni adlandırmaz”. Bu Benim için geçerlidir: Hiçbir kavram Beni dillendirmez, benim özüm olarak ileri sürülen hiçbir şey Beni tüketmez; bunlar sadece birer addır. Keza Tanrı için tam yetkin olduğu ve tam yetkinliğe erişme çabası gibi bir mesleği olmadığı söylenir. Bu da sadece Benim için geçerlidir.
Ben kendi kudretimin malikiyim ve Ben ancak Biricik olduğumu bildiğim an kudretimin malikiyim. Kendine-Sahip-Olan [malik], Biricik’te yaratıcı Hiç’e, doğduğu yere geri döner. Benden yüce her varlık, ister Tanrı olsun ister insan, biriciklik duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin güneşi karşısında söner. Meselemi Kendime, şu Biricik’e bırakırsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi tüketen geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesidir ve Ben diyebilirim ki:
Not: “Biricik” adlı metin Max Stirner’in Der Einzige und sein Eigentum (Biricik ve Mülkiyeti) adlı eserinin sonsözüdür - Ben Meselemi Hiç'e Bıraktım !
Kaynak: Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam 1981. S. 407-412.
Almanca aslından Türkçeleştiren: H. İbrahim Türkdoğan