Bir arkadaşım yeni evlenen çiftlerin evine ziyarete gittiğinde kendini “İstikbal Showroom”da zannettiğini söylüyordu. En mahrem alanımız, ev...

Bütün bunlar modalarla şekillenen, eskimeden değiştirilmesi gereken mallarla dolu hayatımızla, tüketim kültürüyle, tüketim toplumuyla ilgili. Hızla değiştirdikçe, daha fazla tükettikçe, giderek bir geçmiş ve tarih icat edilerek “eski” süsü verilmiş ya da dönemlere sabitlenmiş, dönem ve tarzları karıştırmış, çok para verilip alınmış vintage mobilyalarla, dekorasyon öğeleriyle süslü, içinde yaşanmayan, yüzeysel bir hayatla… Üretimin ihtiyaca göre değil, kâr amaçlı olarak ve soyut bir pazar için yapıldığı kapitalist toplumda, tüketim toplumunda yaşıyor olmamızla ilgili. Ama daha da önemlisi içinde yaşıyor olduğumuz maddi ilişkilerin bizi ve düşüncelerimizi ne kadar kıskaca almış olduğuyla ilgili. Liberal ütopya öyle diyor ama biz yaşam tarzımızı olası birçok ürün, birçok tarz arasından seçtiğimizi düşünürken fena halde yanılıyoruz.
Etrafımızı, çevremizi, evimizi, hayatımızı dolduran şeyler hakkında konuşulacak öyle çok şey var ki. Perec’in Şeyler isimli kitabı da tam bunlar hakkında. ” Şeylere dair bir hikâye… ” Anlatının biri erkek, diğeri kadın iki kahramanı “Jérôme ile Sylvie, özgürlüklerinden hiç ödün vermeden her şeye sahip olmayı düşlerler. Oysa öğrencilikten çıkıp daracık odalarından, “bir pantolon, bir kazak”tan, kötü yemekhane yemeklerinden kurtulmanın ve düşledikleri yaşama ulaşmanın bir bedeli vardır. Nesnelerle örülü yaşam giderek daha da ulaşılmaz bir imgeye dönüşür. ” Bu bir yaşam öyküsüdür aynı zamanda, gençlikten ileri yaşlara doğru ilerleyen, giderek sahip olunan şeylerle dolan, geri dönüşsüz, ama daha da önemlisi amacını kaybeden, mutsuzluk veren bir gidişin öyküsü.
“Belki de birden, fazlasıyla doymazlaşmışlardı; fazla hızlı gitmek istiyorlardı. Dünya, nesneler hep onlara ait olmalıydı, onlar da mal mülklerinin belirtilerini arttırmalıydılar. Oysa fethetmeye mahkumdular: giderek daha zengin olabilirlerdi: her zaman olduklarından başka türlü davranamazlardı. Konforlu, güzellikler içinde yaşamak hoşlarına giderdi. Ama yalnızca çığlıklar atıyorlar, hayran kalıyorlardı, zenginlik içinde olmadıklarının en kesin kanıtıydı bu. Gelenekten ?sözcüğün en hor görülecek anlamıyla belki de- yoksundular; gerçeklik, içkin ve örtük gerçek tat dururken, zihinsel bir zevk alıyorlardı. Lüks adını verdikleri olguda asıl sevdikleri, bu lüksün ardında yatan paradan başkası değildi çok kez. Zenginlik belirtilerine kaptırmışlardı kendilerini; yaşamdan önce zenginliği seviyorlardı.” (s.20)
Daha yirmili yaşlarındaydılar, “Oysa yanılıyorlardı; kendilerini yitirmek üzereydiler. Ne dönemecini, ne de sonunu bildikleri bir yol boyunca sürükleniyormuş duygusunu duymaya başlamışlardı şimdiden. Zaman zaman korktukları da oluyordu. Ama çoğu kez yalnızca sabırsızdılar; kendilerini hazır hissediyorlardı; olaylara açıktılar, yaşamayı bekliyorlardı, para bekliyorlardı. ” (s.21)
Günümüzde her şeyi yapmaya, her türlü yeniliği satın almaya yatkın, ne geçmişi ve ne de geleneği olan küçük burjuva “yeni insanlar”dı onlar. “Varlıkları garanti altına alınmış dolu dolu şeyler içinde günler geçerken bir yaşama sanatı olacaktı yaşamları. ” Büyük kentlerde ve pıtrak gibi -eskiden hiç olmayan- alışveriş merkezleriyle dolan küçük kent merkezlerinde oluşturulan modern tüketim arenasının vazgeçilmez öğeleri bu insanlar. Kapitalizm koşullarında modern ve kentli yaşam, her bir öğesi satın alınacak bir pazar yerine indirgenmiş durumda. Kültür piyasasından, hatta kültür endüstrisinden söz ediliyor televizyonlarda. Gücü olanların sanat eserlerini satın alıp pazarın genişlemesine katkıda bulunması, böylece onları bir yatırım unsuru olarak değerlendirmeleri öneriliyor. ” Ama günümüzde ve ortamımızda, giderek daha çok sayıda insan ne çok zengin, ne çok yoksul durumda: zenginlik düşleri görüyorlar ve zenginleşebilirler: işte mutsuzlukları da bu noktada başlıyor.”
Büyük kentin yarattığı yorgunluk ve koşuşturmacadan, kirlenmeden kaçmak istediğini söyleyen kaç kişi duydunuz bu günlerde; hani, kıyılara, köylere, dağlara, daha çok da tatile gittiği ya da bir yazlık ev sahibi olduğu sahil kasabalarına? Oralarda şunu bunu yetiştirip (organik tarımla falan uğraşıp) mutlu olacağını ileri sürenlere hiç mi rastlamadınız? Çok mu? Perec’in kahramanları da kaçmayı düşünmeye başlıyor ortalarda bir yerde. ” İşlerini bırakmayı, her şeyi bir yana atmayı, serüvene gitmeyi düşlüyorlardı. Her şeye yeniden, sıfırdan başlamayı düşlüyorlardı. Kopmayı ve vedalaşmayı düşlüyorlardı. ” (s.80) Onların gidecekleri, macera yüklü bir yer var: 1962 yılında öğretmenlik yapmak üzere Tunus’a doğru yola çıkıyorlar. Ama orada da yaşam akıp gidiyor tam bir yalnızlık içinde… ” Yaşamları çok uzun bir alışkanlık, huzur dolu denebilecek bir can sıkıntısı gibiydi; hiçbir şeyi olmayan bir yaşamdı.” Sonra bu anısız ve belleksiz bir dünyanın da sonuna geldiler. Daha otuzunda yaşam tatsız bir yemek gibi önlerinde soğuyup gidiyordu.
Bu kitap yaşam kültürüyle ve aynı zamanda zenginleşmekle, zenginlikten ne anlaşıldığıyla ilgili. Geçen yıllar içinde hayatımızı dolduran, kullanım değerinden farklı başka değerlere sahip ” şeyler”in, sonra inişli çıkışlı zenginliğin sağladığı olanakların giderek iç sıkıntısına yol açtığını anlatıyor. Biz, buradakiler, bugünlerde dünyanın her yerinde olduğu gibi zengin olma zevkinin ve inceliklerinin sadece zenginlerin değil, yoksulların da hayallerini süslediği bir dünyada yaşıyoruz. Mutlu olmak için çok seçeneğimiz var; sadece Endonezya, Hindistan ya da Tayland’da değil, Bulgaristan’da dokunmuş havlu ve Rusya’da üretilmiş bardak satın alabilecek durumdayız. Yanlış bilinç ve ideoloji böyle bir şey. Çünkü bunlardan söz ettiğimizde tüketim toplumunun afyonunu yutmuş olanlar bizi biraz tersler gibi yapıyor, olaya ve bize hani ” nazar etme ne olur, çalış senin de olur” dedikleri şekilde yaklaşıyorlar. Aslında onlar da biliyor ne kadar çalışsan da çalışmayla elde edilemeyen zenginlikler dünyasında yaşadığımızı. Ama bir başka açıdan bakılırsa tüketim çılgını olarak, tüketerek ya da maddi imkansızlıktan ötürü tüketemeyerek mutsuz olmaktansa “herkesten emeğine göre, herkese emeğine göre” ilkesinden “herkesten emeğine göre, herkese ihtiyacına göre” düşüncesine ilerlenebilir. O zaman işte hayatın bir anlamı olabilir; sabah erken saatte bisiklete binip temiz denizlerde yüzmeye gidilir, öğleden sonra fiziksel emek harcayacağımız, işe yaradığımızı somut olarak hissedeceğimiz bir işte çalışıp, akşam da edebiyatla ilgilenip denemeler yazmaya girişebiliriz… arkadaşlarımızla birlikte, kendi zevkimiz için, onlar için…