Kuzuların Sessizliği Kuzuların Sessizliği eserinde, insan eti yiyen psikiyatr Dr. Hannibal Lecter, polisin aradığı seri katil Buffalo B...
Kuzuların Sessizliği |
Kuzuların Sessizliği eserinde, insan eti yiyen psikiyatr Dr. Hannibal Lecter, polisin aradığı seri katil Buffalo Bill için, “Billy transseksüel olduğunu düşünüyor, olmaya çalışıyor, hatta pek çok şey olmaya çalıştı. Aslında o kendi kimliğinden nefret ediyor ve bunun kendisini transseksüel olmaya ittiğini sanıyor ama onun sorunu çok daha vahim. O, imreniyor, imrenmeye mahkum, onun doğası bu.” der. Buffalo Bill değişmek, yeni birisi haline gelmek istemektedir, kurbanlarının ağzına yerleştirdiği kelebek kozasında, kurtun kelebeğe dönüştüğü değişime hayrandır. O da, bu değişimi şişman kızları kaçırıp zayıflattıktan sonra, derilerini yüzerek o deriden kendisine kelebek biçiminde elbise dikip üzerine giyinerek gerçekleştirebileceğine inanmıştır ve bu saplantı onu tekrar tekrar cinayet işlemeye iter. Ama bu beyhude bir çabadır, çünkü aslında Buffalo Bill neyin kendisini rahatsız ettiğinin farkında değildir, kişiliğindeki rahatsızlık veren tarafları somut fiziksel nedenlere indirgemiştir.
Kolay mıdır insanın kendisini sevebilmesi? Kolaysa ne kadar sevmelidir, kolay değilse kendisini sevmesini engelleyen nedir? Kendimizi yeterince ve başkalarına zarar vermeden sevebilmemizin birçok içsel ve dışsal şartları vardır. Neyse ki toplumda Buffalo Bill gibi, çocukluk travmalarından kalan derin psikopatolojiler taşıyan bireylerin sayısı çok değildir, ancak günümüzde bireyler dışarıdan kendilerine yöneltilen psikolojik saldırılarla travmatize edilerek, kendilerini sevebilmeleri için sunulan reçeteleri hazırlayan mercilerin dilediği ölçüde kendilerini sevebilmektedirler, yani kendimizi ne kadar sevebileceğimiz artık dışımızdan kontrol edilen bir değişkene endekslenmiştir. Travmatize edilen bireyler önce tereddüt duyguları içine sürüklenmekte, sonra kendilerine olan güvenlerini yitirmekte, sonra da Buffalo Bill gibi imrenmeye mahkum hale gelmektedirler. İmrenmeye mahkum hale gelen bireyi belli estetik ölçülere, fiziksel görünüme, giyim kuşam biçimine ve hatta belli bir yaşam biçimine mahkum etmek kolaydır artık. Hatta sadece kendisini değil, başka şeyleri sevebilmelerinin de şartlarını oluşturmaktadır bu merciler. Toplumu travmatize etme süreci değerlere, güvenilen kurumlara saldırılarla başlamaktadır. Örneğin; 12 Eylül için Ali Sirmen'in yazdıklarına bakalım: “12 Eylül dönemi sona erdiği zaman Türkiye, siyasi güçler ve sivil toplumu sinmiş, siyasi partileri parçalanmış, gençliği ve yurttaşları yıldırılmış, tümüyle depolitize edilmiş, edilgen insanlar topluluğu haline getirilmişti” ( Cumhuriyet Gazetesi, 12 Eylül 2009). Ataol Behramoğlu ise, “12 Eylül 1980 öncesindeki birkaç yılda tırmandırılan toplumsal gerilimin, siyasal cinayetlerin, bir plana göre kurgulanıp uygulandığı bugün açık seçik görülebiliyor. Darbe ülke içindeki işbirlikçileriyle birlikte ülke dışında planlanmıştı.” ( Cumhuriyet Gazetesi, 12 Eylül 2009) saptamasını yapıyor. Bu saptamalar toplumumuzun ne derece sistematik ve yoğun bir zedeleme saldırısı altında kaldığını gösteriyor, tabii buna suni ekonomik krizleri, terörü, geliyorum diyen doğal afetlere karşı sanki bilinçli önlem almama çabaları gibi birçok başka zedeleyici etkeni de ekleyebiliriz. Birileri planlı biçimde bize saldırırken ve planlı biçimde benliğimizi kemirirken, kuantum cahili kuantumcular bize hayatta herşeyin kaotik olduğunu, bu kaotik süreci insanın kısıtlı aklıyla plan yaparak düzene sokamayacağını, en iyisi bize biçilen kadere teslim olmamızı bize salık veriyorlar. Saldırılardan serseme dönmüş koca bir millet gerçekten kaderi sandığı akıllı, planlı düşmana teslim olmak üzeredir. Aklımızı bir kenara bırakarak sezgilerimizle yaşamamız önerilmektedir. Bu amaçla, yaratılan zedelenmeler sonrası tereddüt ve kendine güvensizliğin yerleştirilmesine gelir sıra, artık bireyler kendi ölçülerini kullanabilme yetisini de yitirerek sadece kendilerinden üstün gördükleri mercilerin onayladıkları şeyleri sevebilirler, bu mercilerce onaylanmamış şeyler düşünülmeden kötü olarak kabul edilir.
Örneğin görüyoruz ki Ankara'yı sevebilmek bazı insanlar için bayağı olanaksız bir hale gelmiş, “Ankara, Ankara Güzel Ankara” nameleri ile büyüyen nesiller, doğal güzellik fakiri, son 15 yılda arabaların kenti haline gelen Ankara için “kuş olsam üzerinde uçmazdım” gibi sözler duyduklarında irkiliyorlar. Ankara, Milli Mücadele'yi, tam bağımsızlığı, birlikte ve dayanışma içinde refah dolu, eşitlikçi bir geleceğe giden millet ülküsünü ifade ettiği için “Güzel Ankara”dır, bu ülküyü ifade ettiği için sevilmiştir Ankara, estetik olarak en güzel olduğu için değil. Ama öğreniyoruz ki bu ülkü, çoktan küresel koalisyonun postmodern “Yüce Pir”inin yargıçlarınca, parçalanmış Türkiye'nin Doğu Trakya eyaletinde yargılanmaya başlanmış (Schrödinger'in Kedisi[Kabus], Alev Alatlı, 15. Baskı: Mart 2003, Alfa Basım Yayım, İstanbul). Dünya Anayasası uzmanı Şeyho Baran, bu modernist “üniter devlet”, “egemen devlet”, “baba devlet” kültürünün bencil bir hoyratlık olduğunu, postmodernist koalisyon yolunda, TEK'te yani Yüce Pir'de eriyerek bu günahlarımızdan arınabileceğimizi, çok ben'li, çok parçalı, çok özneli bir Eşitlikçi Birliktelik Doktrininin, kendi öznelliğini ötekinde yaşayabilen TEK'leşmiş bireyleri oluşturarak toplumları kurtaracağını anlatır (age s.14-17).
Şeyho Baran elimizden alınca ülkümüzü, sevmek mümkün mü Ankara'yı? Diğer taraftan çok ben'li, çok parçalı, çok özneli Postmodern İstanbul uzanıyorken boylu boyunca masmavi boğazın iki yakasında. Elimizden alınırsa diğer değerlerimiz, nasıl seveceğiz estetik olarak çok da güzel olmayan anamızı, babamızı, yavrumuzu, kardeşimizi, eşimizi, dostumuzu? Hatta kendimizi? Sabahları aynada çoğumuzun bir Hollywood yıldızı görmediği kesin, aynadaki zavallı surat nasıl sevebilecek kendisini? Bu zavallı suratın elinden değerlerini, nörofizyolog, psikiyatrist, psikoterapist Dr. Maria Evangelista, Uluslararası Af Örgütü'nün Adrianople (Edirne) Islahhanesi'nde (II. Beyazıt Külliyesi), mesleğinin kazandırdığı mahirlikle teker teker alır: “Eski Türkiyelilerin iç güvensizlikleri, dış dünyaya karşı çekingenliğe dönüştü. Bir yanda, baskın Anacıl yönelim, diğer yanda varoluşun tek koşulu olan Babacıl yönelim arasındaki gerilim, eski Türkiye insanının ruhunu kararsız ve güvensiz bir dengeye oturttu. Buruk, yenik, endişeli ve şaşkın bir varoluşa sebep oldu. Türkler soğuk ve yabancı dış dünyada varolabilme, özerklik ve bütünlük iddialarını sürdüremediler.” (age s.38). “Baskın Anacılık, doğanın bir alet olarak kavranmasını ve kullanılmasını, teknolojik gelişimi, yerleşik düzene geçilerek çevrenin egemenlik altına alınmasını, hatta kalıcı kent kültürleri oluşturmayı engellemektedir. Bunu gerek Türkiye'de, gerek Mağdurların çoğunlukta olduğu diğer ülkelerde görüyoruz. Erkeksi ilke olmayınca benlik, haysiyet, vekar gibi insanoğluna özgü uyartanlar yoktur.” (age s.37-38). “Dünyamızda değişimi sağlayan faktör, statükodan ayrışmadır, yabancılaşmadır, sıçramalardır. Her sıçrama, sıçranılan kültürden farklı bir kültür taslağı çizer. Sıçrama eylemi, içinden çıktığı kültürü, ortak bilinci sorgular, değişmeye zorlar. Eski Türkiye'de yaratıcılık, açılmasına izin verilmeyen bir potansiyel olarak kaldı. Biz'e, Biz'in beğenilerine ters düşmemeye özen gösteren Türk insanı, yeni bir şey yaratmaktansa Biz'in onayladığını idame ettirmek, Biz'in onayladığını taklit etmekle yetindi. Sanatta, edebiyatta, dünyaya yeni öneriler sunamamış olmalarının nedeni de budur.” (age s.39). Artık aynadaki zavallı surat “Türk, Övün, Çalış, Güven” diyemiyor çünkü Dr. Evangelista'lar heryerde, kafamıza bunları işliyorlar, Ali Sirmen ve Ataol Behramoğlu'nun yazılarındaki gibi neden sonuç ilişkisi içeren yorumlar yok artık, bir anı geçmişinden ve geleceğinden sıyırıp toplumu kündeye getirmeye çalışan saldırgan, aşağılayıcı, kendine güveni sıfırlayan, tereddütü arttıran kesitsel yorumlar var artık.
Değerleri de elinden alınmış, ülküsüz bırakılmış, kendine güveni yokolmuş, tereddüt içindeki aynadaki zavallı surat, Buffalo Bill gibi insanların derisini yüzmekten medet umacak kıvama gelmiştir artık. Postmodernist saldırı bizleri, artık eskimiş, köhnemiş gibi hissettiğimiz geçmişimize yabancılaşıp yeni bir “şey” olmaya iter. Aynadaki zavallı surat acilen bir motosiklet ya da bir cip almalıdır, şirketinin normlarına ve yöneticilerine tapınmalı, eşini-sevgilisini, yaşadığı şehri değiştirmeli, estetik ameliyat olmalı, üç büyüklerden bir futbol takımını ölümüne tutmalı, marka giyinmeli, aniden ırkçı Türk, Kürt, Rum, Ermeni ya da eşcinsel olduğunu farketmeli, Osmanlı kimliğini hatırlamalı, metalci olmalı, anarşist, marksist ya da yeşil barışçı olmalı, kendisine en uygun bir tarikata girmeli ve orada kendisine gösterilen düşmana karşı haçlı seferi ya da cihad başlatmalıdır, çünkü tutunacak dalı kalmamıştır artık. Ama Buffalo Bill'inki gibi beyhude çabalardır bunlar, öz değerini yitirmiş ve kendisine yabancılaşmış olduğu için artık kendisine olan sevgisini ve saygısını ebediyen sürdürebilmesi olanağı kalmamıştır. Hayatının sonuna dek hep güvensiz, hep korkak, hep imrenerek yaşamak zorunda kalacaktır.
Dr. Mutluhan İzmir
Kaynak
Kaynak