Fight club (David Fincher) Doğadan kopmuş, büyük şehirlerin kalabalığında kaybolmuş günümüz insanını “uygar” olarak adlandırırken ne de...
Fight club (David Fincher) |
Doğadan kopmuş, büyük şehirlerin kalabalığında kaybolmuş günümüz insanını “uygar” olarak adlandırırken ne derece doğru bir tanım kullanmaktayız? Günümüzün uygar insanı gerçekten şiddet ile arasına mesafe koymuş mudur yoksa giderek kimliksizleştiği yeni yaşam biçimi içinde şiddete daha fazla mahkum hale mi gelmektedir? Bertrand Russell'ın bir saptaması ile devam edelim: “İnsan bilimciler Papualı kafa avcılarının beyaz otorite tarafından geleneksel sporlarından yoksun bırakılınca nasıl yaşama arzularını yitirip hiçbir şeye ilgi gösteremez hale geldiklerini anlatırlar. Kafa avcılığına devam etmelerine izin verilmeliydi demek istemiyorum ama ruh bilimciler bunun yerine daha masum bir faaliyet bulup koyabilselerdi daha hayırlı olurdu. Uygar insan da, nerede olursa olsun, bir dereceye kadar bu Papualı erdem kurbanıyla aynı durumdadır: Hepimiz türlü saldırgan dürtüye ve yabancı dürtülere de sahibiz ama toplum bunların tadını çıkarmamıza engel oluyor ve yerine futbol maçları ile güreş karşılaşmaları biçiminde sağladığı alternatifler de hiç yeterli olmuyor. Zaman içinde savaşların ortadan kaldırılacağını ümit edenler, vahşi atalarımızdan kuşaklardır miras aldığımız içgüdülerin zararsız biçimde nasıl tatmin edileceği sorununu da etraflıca düşünmelidirler. Bendeniz dedektif öyküleri okuyup kendimi bir katille ve bir katil avcısı dedektifle özdeşleştirerek rahatlıyorum ama bu dolaylı çıkış yolunun bazıları için çok hafif kalacağını ve onlar için daha güçlü birşeyler bulunması gerektiğini de biliyorum” (1)
Russell'ın saptadığı bu gereksinim, bu yazıyı kaleme aldığı günden 60-70 yıl sonra, sayıları giderek artan metropolllerde yaşayan yabancılaşmış insanlar için daha da hayati bir önem kazanmıştır. Dövüş klübü filminde, Russell'ın saptamış olduğu bu gereksinimin nasıl kullanılabileceği işlenmektedir. Yabancılaşmış ve hiçleşmiş metropol insanlarını şiddete yönelterek kendilerini birer kahraman gibi hissetmelerini sağlamanın bir zaaf olarak nasıl kolay kullanılabileceği ve bu yolla gerçekleştirilen terör eylemlerinin toplum üzerinde yarattığı etkileri de incelemek gerekmektedir.
Edward Norton filmde, A.B.D' de bir metropolde yaşayan ve büyük bir şirkette çalışan bekar, genç bir beyaz yakalıyı canlandırmaktadır. 6 yaşında iken boşanan anne ve babasının fırtınalı aşk yaşamlarının seslerini duyarak büyümüş, sigara kullanmayan, aile ve arkadaş ilişkileri kopmuş, obsesif denebilecek düzeyde evinin düzenli ve temiz oluşuna önem veren, her gününün aynı biçimde geçmesine önem veren ve her türlü fiziksel temastan kaçınarak tam bir sterilite içinde, yalnız yaşayan E. Norton, işine, hayatına ve kendisine had safhada yabancılaşmıştır. Uyku ilacı yazması için yalvardığı hekime çok acı çektiğini söylediğinde, hekim ona kanserli hastaların gruplarına giderek gerçek acıyı orada görmesini salık verir. Kendisini bir gruba ait hissederek duygusal paylaşıma girebilmek sorunlarını geçici olarak çözer, taa ki bir gün grupta kendisi gibi yabancılaşmış, amaçsızlığın pençesinde yaşayan Marla'ya (Helena Bonham Carter) rastlayıncaya dek. Muhtemel bir cinsel taciz kurbanı olan Marla'nın, yaşasak ne olur ölsek ne olur felsefesi zemininde, hiçbir şeyi bastırmayan ve hiçbir şeyden kendisini sakınmayan tarzı, E. Norton'ı bastırmaya çalıştığı cinsel ve saldırgan içgüdüsel dürtülerinden kaçamaz hale getirir.
Marla, E.Norton'ın obsesif biçimde kendisini yalıttığı içgüdülerine tekrar kapılmasını tetikler. Duygularından ve insanların hayvani denebilecek tüm özelliklerinden kendisini soyutlamış biçimde yaşayan E.Norton, Marla ile tanışması sonrasında, Marla gibi sadece herşeyi kaybettiğinde özgür kalabileceği kanısına vararak, kendisini “özgürleştirmeye” karar verir. Bu kararı uygulayabilmesi, ancak kişiliğinde oluşacak bir çözülme sonucunda yarattığı, başka bir kişiliğin iradesi altında olacaktır. Bu durum, çoğul kişiliğin klinik görünümündeki gibi, alter–ego ile yanyana yaşanan bir tablonun ortaya çıkmasına neden olur.
E.Norton bu çözülmeyi bir iş gezisi nedeniyle yaptığı uçak yolculuğu sırasında, herşeyden kurtulmayı ve içinde olduğu uçağın düşmesini hayal ettiği bir anda yaşar. Herkesin çocukken varolduğuna inandığı, hatta onunla bir tür iletişim içinde olduğu, yenilmez bir kahramanı vardır. Belki de böyle bir çocukluk kahramanının geri dönmesi gibi, Tyler (Brad Pitt) da bundan sonra, alter-ego olarak, kendisinin tam zıddı bir ikiz gibi E. Norton'ın yanında dolaşacaktır. Bu yolculuk dönüşünde, kendisini özgürleştirmenin ilk adımını, evini kundaklamasıyla, kendisini bağlayan evinden ve ev eşyalarından kurtularak atar. Özgürleşmenin sonraki adımı ise içgüdüsel dürtüleri alabildiğine salıvermektir: şiddet, cinsellik, kurallara karşı çıkmak, kısacası canı ne isterse anında onu yapmak. Çalıştığı şirkette, müdürünü şirketin sırlarını açıklamakla tehdit ederek, “harici danışman” olarak bordroda tutulan ve işe hiç gelmeden maaşını alan bir eleman konumuna gelir. Ardından sıra diğer insanları özgürleştirmeye gelmiştir. Yaşamından bunalmış, yabancılaşmış insanlarla dolu metropollerde insanlar fareli köyün kavalcısının peşine takılan fareler gibi, şiddet uygulama yoluyla kudret sahibi olma hissinin sunduğu cazibeye kapılarak, Tyler'ın peşine takılırlar. Büyük şehrin bir hiç haline gelmiş insanlarının kişilik bulma süreçleri filmde şöyle anlatılır: “Hiçbir şeyi doğru dürüst yapamayan, başarısız ezik tezgahtar, yakındaki restoranın garsonunu ezerken tanrı gibiydi. Dövüş Klübü'ne geldiği ilk gün bir adamın poposu hamur gibidir, birkaç hafta sonra ise demir gibi olur”.
Kısa süre önce, kapitalizmin yarattığı anlamsız dünyanın acı çeken zavallı bir bireyi olarak yaşayan E. Norton, kısa sürede her tarafa , hatta emniyet örgütünün bile içine kök salmış bir terör örgütü oluşturup başına geçmiş olduğunu ve örgütünün toplumu sarsacak terör eylemlerini hayata geçirmesine ramak kaldığını anlayınca altüst olur.
Evet bu filmi basitçe, zavallı bir metropol insanının acıklı hikayesi olarak okuyabiliriz ancak insanın aklına başka soruların takılmasına neden olacak başka birçok saptama bizi rahat bırakırsa. Örneğin, “acaba terör örgütlerinin hücreleri de böyle mi oluşturuluyor?” , “bu nedenle mi yakalanan teröristlerden hiç doğru bilgi almak mümkün olmuyor?” gibi sorularla yüzleşiyoruz. Terör suçluları ve siyasi cinayet faillerini her gece evimizde TV ekranlarından seyrettikçe, sanki bu filmde gördüklerimizle gerçek hayatta yaşadıklarımız arasında adlandıramadığımız birçok ortak nokta varmış hissine kapılıyoruz istemeden. Filmde mantar gibi biten ve örgüte katılmaya can atan insanların çokluğuyla, toplumsal ve siyasi hayatımızın doğal bir parçası gibi algılamaya başladığımız katillerin çokluğu tesadüfi bir benzerlik mi? Filmde Tyler'ın kahramanlaşması ile günümüzde siyasi cinayet faillerinin, terör örgütü üyelerinin baş tacı edilip kahramanlaşmaları arasında bir bağ var mı acaba? Gerçek hayattaki terör örgütü üyeleri de filmdekiler gibi tutarsız, doğruyu söylediğinden hiçbir zaman emin olamayacağınız, gerçek kişiliklerini bir türlü anlayamayacağınız kişiler değil mi? Acaba gerçek hayattaki saldırganlar da filmdekiler gibi “özgürleştikten” sonra mı başı sonu belli olmayan karanlık bir planın sorgulamayan tetikçileri oluyorlar? Yeni Dünya Düzeni denen şey, büyük şirketlerde kadrolu çalışıyor gibi görünen ama aslında görevi tetikçilik olan beyaz yakalı “harici danışmanlarla” kadrosu dolmuş şirketlerin oluşturduğu, sivil demokrasi kılıfı altında had safhada saldırgan, silahlı adamlarla dolu bir düzen mi? Hangi şirket sırlarının saklanması karşılığında 50-100 kişilik ”harici danışman” kadrosu beslemeye razı olmaz? Bir şirket çalışanı olarak ülke içi ve dışında çok daha rahat hareket etme şansınız da olur. Dikkatle baktığımızda toplumların giderek, sadece yumrukla değil, kimi zaman kibarca söylenmiş sözlerle, kimi zaman paranın, sahip olunan mevkinin gücüyle, kimi zaman da siyasi ve bilimsel gücün kullanılması ile birilerini ezmeye çalışan bireylerle dolu , sanki bir Roma dönemi gladyatör arenasına benzediğini görmüyor muyuz?
Bu sorular kafamızı kurcalarken Ergin Yıldızoğlu'nun 23.11.09 tarihinde Cumhuriyet'te yayınlanan yazısındaki 2012 filmi ile ilgili saptamasına bakalım: “Aşamayacağı sorunlarla yüzyüze gelmiş bir kapitalist uygarlığın dünyasında, kendisi ile en yakın hizmetçileri dışındaki herkesin temizlenmiş olduğu yeni başlangıçlar arzulayan bir egemen sınıfla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor”. Dikkatle bakıp düşününce bu saptamaya katılmamıza neden olabilecek birçok şeyi farketmemiz mümkün aslında. Egemen sınıfların işi her zamankinden daha zor. Kontrol altına almak ve yönetmek zorunda oldukları nüfus milyarlarla ifade ediliyor, Roma döneminde ya da Ortaçağ'daki gibi birbirinden kopuk az sayıda insanın yaşadığı bir dünyada değiliz. Büyüdükçe çözülemeyecek sorunları da çoğalan megapollerde yaşayan milyonlar hem refah istiyorlar hem de servete ortak olmak istiyorlar. Metropollerde yaşayan yabancılaşmış bireylerin şiddete her zamankinden daha çok eğilimli olmaları da cabası (2). Öfkeli kalabalıkların bugüne dek yapılmış herşeyi yerle bir etmesi an meselesidir diye korkuyor belki egemenler. Daha da kötüsü, bu şiddet eğiliminin egemen sınıflara yönelmesi an meselesi, bunun engellenmesi egemen sınıfların en önemli önceliğidir belki günümüzde. Bu yığınları artık cadı masalları, engizisyon, cehennem korkusu ile sindirmek de pek olası gibi görünmüyor.
Yokedemediğiniz ve yönetmekte güçlük çektiğiniz yığınları daha çok korkutmak , onları daha rahat yönetebilmenizi sağlar mı? Toplumu sindirecek düzeyde bir korku yaratırsanız işe yarayabilir deniyor. Naomi Klein'in , “Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi” adlı yapıta gönderme yapan Ergin Yıldızoğlu'na yine kulak verelim: “Krizlerin kapitalizmin tıkanıklıklarını açıcı özellikleri de olabiliyor. Pinochet darbesi (ilk neoliberalizm deneyimi), 12 Eylül darbesi (Türkiye'de Özal reformları, dışa açılma), Yeltsin'in parlemento saldırısı (korsan özelleştirmeler), 11 Eylül, İkiz Kuleler (Afganistan, Irak savaşları), tsunami ve Katerina kasırgası (kıyı şeridinin alt sınıflardan temizlenerek büyük sermayeye açılması). Bu tür olaylar halkın bilincinde bir şok yaratıyor. Egemen güçler o güne kadar halka kabul ettiremedikleri ekonomik, siyasi programları, bu şokun ardından hayata geçirebiliyorlar”. Bunlara, ülkemizde yaşanan terör ortamı ardından gerçekleştirilen 12 Eylül darbesini, 1999 depremi ile 2001 krizi ardından uygulanan yapısal reform programlarını da ekleyebiliriz. Birileri dünyayla, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor mu acaba? “Thomas Friedman ne diyor: İster gerçek olsun ister gerçek gibi algılansın, sadece bir kriz gerçek bir değişiklik doğurur. Yani yarat krizi yap yağmayı . Büyük bir kriz beklenir ya da yaratılır, vatandaşlar krizden bocalamış bir haldeyken özelleştirmeler ve sözde reformlar kalıcı hale getirilir”. (3)
Şu saptamayı yapabiliriz şimdi: Toplumları sarsacak, büyük terör eylemlerini, ekonomik krizleri, toplumsal provokasyonları gözünü kırmadan uygulayacak tetikçilere ihtiyaç var. Hatta toplumu, beklenen doğal afetlerden daha da çok etkilenir hale getirecek bir altyapıyı hazırlayacak yönetici tetikçilere de, gerçek bilgiyi maskeleyip toplumu yanlış yönlendirecek bilim adamı tetikçilere de ihtiyaç var. Öyle ki, büyük depremler üreteceği belli olan fay hatlarının üzerine yığınları oturtacaksınız, ülkelerin ekonomik altyapılarını sarsıcı krizler yaratmaya uygun hale getireceksiniz, savaşları başlatabilmenizi ve sürdürmenizi sağlayacak biçimde toplumu sarsacak terör eylemleri yapacaksınız. Demek ki kapitalist modern toplumların en büyük ihtiyacı, bu saldırıları gözünü kırpmadan uygulayacak tetikçilermiş.
Yabancılaşmış bireylerle dolu toplumlarda tetikçi olmaya aday bol miktarda birey olduğunu Dövüş Klübü bize öğretiyor. Bu adayların şiddet uygulama yoluyla istenen kıvama getirilmeleri gerektiğini de yine bu filmi seyrederken anlıyoruz. Bu öyle bir kıvam ki, adayın elindeki herşeyi, manevi değerleri de dahil olmak üzere, alarak bir Marla haline getirecek bir kıvam. Tetikçi adayına öyle bir şiddet uygulayıp ezeceksiniz ki ,elinde ne bir değeri kalsın, ne de kendisine bir saygısı kalsın. Ama gösterilecek hedefe saldırmak için gerilmiş bir yay gibi beklesin. Düşünmeden saldıracağı o hedefin nezdinde, aslında nefret eder hale geldiği, aşağılanmış, hiçleştirilmiş, zavallı hale gelmiş kendiliğini yoketsin. Yani tetikçi adayı öyle hırpalanmalı, zedelenmelidir ki artık nefret eder hale geldiği kendisi ile yüzleşmeye katlanamaz olsun. Dövüş Klübü'nün üyeleri de kendileri ile yüzleşemez hale gelmişlerdir, nefret ettikleri o kendiliği ortadan kaldırmak istemektedirler ve bu amaçla hem yeni bir kimlik yaratarak ona sığınmakta, hem de nefret ettikleri asıl kimliği başka hedeflerin nezdinde yoketmeye çalışmaktadırlar. Filmin başlangıçta yarattığı hiçleştirici (nihilistik) hava da bir boşluk oluşturarak seyircileri içine çekmesi bakımından seyircilere benzer bir süreç yaşatıyor: “En büyük buhranımız hayatımız, bir süre sonra herkesin hayatta kalma olasılığı sıfıra yaklaşıyor” gibi süslü saptamalar seyredenlerde, “haydi coşkuyla ölüme koşalım” (M.İ.) psikolojisi de yaratmıyor değil.
Şehirleşme ile birlikte hızlanan yabancılaşma, bireylere kendilerini bir hiç olarak, değersiz ve aşağılanmış hissettiren sürecin düğmesine basan en önemli etkendir. Tetikçi olmak ise, bir hiç olma konumundan çıkarak, toplumların kaderini ve gündemini belirleyecek güce ulaşma ve hatta her gün medyada yer alacak derecede meşhur olma yolunda iyi bir fırsat sunmuyor mu? Biraz düşününce gündemimizi işgal eden birçok meşhur insanın bu yolun yolcusu olduğunu göreceksiniz. Aslında her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor galiba. Her şey gözümüzün önünde olup biterken bizler de filmdeki karakter gibi ikiye bölünmüyor muyuz? Bir tarafı ile gerçek olayların edilgen kurbanı, diğer tarafı ile de başına örülen çorapların içyüzünü Hollywood filmlerinde izleyip de bunları birbiriyle ilişkilendiremeyen seyirci olarak. Son söz olarak, bu tetikçileri kim yetiştiriyor diye sorarsanız, bu soruya bu ürünlerin yüksek teknoloji ürünü olduğunu ve ülkemizin bu yüksek teknoloji düzeyine henüz ulaşmamış olduğunu söyleyerek cevap verebilirim.
Kaynaklar:
1-Bertrand Russell, Russell'dan Seçme Yazılar, Dost Kitabevi, Birinci Baskı, Şubat 2004, Ankara,
2-Mutluhan İzmir: Yabancılaşma ve Şiddet İlişkisinin Psikodinamiği, Bilim Ve Ütopya
3-Zülal Kalkandelen, Cumhuriyet Pazar Dergi, 6 Nisan 2008.
Dr. Mutluhan İzmir