Avrupa’nın radikal-özgürleştirici geleneğini harekete geçirmeye bir çağrı, ve neden “kültürler diyaloğu”na değil mücadeleler dayanışmasına ...
Avrupa’nın radikal-özgürleştirici geleneğini harekete geçirmeye bir çağrı, ve neden “kültürler diyaloğu”na değil mücadeleler dayanışmasına ihtiyacımız var.
Slavoj Žižek |
Chicago Shimer College’da beşeriyet profesörü Adam Kotsko bana yazdığı e-postada, mülteciler ve Paris saldırılarına dair son yazıma gelen tepkilerin en iyi nitelemesini yaptı:
Fark ettim ki yanıtlar hep sana dair bir referanduma, insanların sana dair ne düşündüğü hakkında adeta bir Rorschach testine benziyor. Eğer senin korkunç yarı-faşist Batıcı bir ideolog olduğunu düşünürlerse, destekleyecek şeyler buluyorlar. Eğer senin iyi niyetli olduğunu farzederlerse, daha pozitif bir okuma yapabiliyorlar. Ama tartışma sorunun gerçekten ele alınacağı noktaya asla ulaşmıyor – “soruna dair ne yapmamız gerektiğini” adeta bütün ilgililer açıkça biliyormuş da senin bu örtük standardın ölçülerine uyup uymadığın veya ne kadar uyduğun tartışılıyormuş gibi davranılıyor (ve kimse bu standardı alenen beyan edemiyor tabii ki).
Yazdıklarıma gelen sayısız saldırıya gelirsek, çoğu cevaplanmayı hak etmiyor çünkü benim eleştirdiğim konumu tekrarlamakla kalıyorlar. Orduyu kullanarak mültecileri karantinaya almak ve dışarı atmak istediğim iddiasına ne diyebilirim ki, bir yalandan ibaret olduğunu belirtmekten başka? Fakat eleştirilerin bir kısmı yanıtlanmayı hak ediyor.
Bir Avrupalı olarak konuşmakla, dayanışma içinde olduğum Avrupa seçkinlerinden birisi olarak konuşmakla ve böylece mültecileri zaptedilecek dış tehdit saymakla kınandığımı sık sık duyuyorum. Buna diyebileceğim tek şey: Tabii ki Avrupalı bir konumdan konuşuyorum. Bunu inkar etmek akıl almaz bir yalan olurdu, kesinlikle tepeden bakan sahte bir dayanışmaya işaret ederdi.
Fakat hangi Avrupalı konum? Aynı tek bir İslam olmaması gibi, İslam’ın da özgürleştirici potansiyeller barındırabilmesi gibi (ki bunun üzerine çok kapsamlı yazılarım var), Avrupalı gelenek de bir dizi derin antagonizmanın izlerini taşır. “Avrupamerkezcilikle” etkin mücadele etmenin tek yolu içeriden mücadele etmektir, Avrupa’nın radikal-özgürleştirici geleneğini harekete geçirmektir. Kısacası, Avrupalı olmayanlarla olan dayanışmamız, bir mücadeleler dayanışması olmalıdır; bir “kültürler diyaloğu” değil, her kültürün kendi içindeki mücadelelerin birleştirilmesi olmalıdır.
Merkel’in mültecileri – bütün diğer Avrupa devletlerinden daha fazla mülteciyi – kabul etme çağrısı sahici bir etik mucizeydi, kapitalist ucuz emek kuvveti ithal etme stratejisine indirgenemez bir şeydi. Almanya mültecilere yeterince açıklık göstermedi diye şevkle suçlanırken paranoyak göçmen karşıtı tutum benimseyen devletlere, Polonya, Macaristan vesaireye odaklanılmaması bana biraz tuhaf geliyor. Bu eskiden beri bildiğimiz üstben mantığıdır; yasanın emrine ne kadar itaat edersek, o kadar suçlu oluruz. Almanya ne kadar (görece) makul davranırsa, o kadar çok eleştirilecektir. Üstüne üstlük, ırkçı mülteci korkusunun dağıtılabilmesi için kamusal tartışmaya bizzat mültecilerin dahil edilmesinde Avrupa Solu’nun neredeyse hiç ısrar etmemesi ikiyüzlülüğümüzün derin bir belirtisidir. TV kanallarımız ve kamusal medyamız dertlerini anlatan, beklentilerinden bahseden vb. mültecilerle dolu olmalıydı. Onlar adına konuşmak yetmez, kamusal alanda konuşacakları yer onlara verilmelidir.
Bir diğer sıkça tekrarlanan kınama, Batılı “değerler” ve “yaşam tarzı” bahsimi hedef alıyor: Üçüncü Dünya insanlarının kolonize edilip sömürülmesine gerekçe olmuş ideolojinin tam da “Batılı değerler” olduğunu, bu apaçık olguyu gözardı etmeye nasıl cüret etmişim? Cevabım şu: Bunu hiç de gözardı etmiyorum – buna dair sayfalarca yazı yazdım. Israrla üstünde durduğum konu şudur: Nasıl ki İslam tek bir büyük homojen antiteyi adlandırmıyorsa, Avrupa geleneği de radikal özgürleşme için, yani “Avrupamerkezciliğin” radikal özeleştirisi için dayanaklar verir, kolonileşme öncesi yerli köklere dönme çağrılarıysa çoğu zaman küresel kapitalizme mükemmelen uyar.
Bu kınamanın daha incelikli bir versiyonu, eşitlikçiliğin, feminizmin, vesairenin, Batılı değerlerin özünden gelmiş olmayıp kapitalizmin hegemonik ideoloji ve politikasının karşısında uzun bir mücadelenin sonucu olduğunu belirtiyor. Basın özgürlüğünün, kamusal konuşma özgürlüğünün, vb. kendiliğinden ortaya çıkmış liberal kapitalist toplumların muhtevasında olmadığını savunuyor: Bunlar 19uncu yüzyıl boyunca popüler mücadeleler yoluyla kazanılabilmiştir. Batının kendi özgürleştirici değerleriyle övünmesindeki mantığın büyük ölçüde “onları yenemiyorsan, onlara katıl” olduğu hep akılda tutulmalıdır. Bu yaklaşımla ancak hemfikir olur ve aynı mücadelenin günümüzde de devam ettiğini eklerim (Wikileaks, vb.).
Son konu. Londra’dan Berlin’e birçok kampüste kamusal tartışmalarda bana sürekli söylenen de yaşam tarzlarının bağdaşmazlığı konusunun, kimi göçmen topluluklarındaki kadınların statüsü konusunun, vb. açılması için şu anda uygunsuz bir vakit olduğu – şu anda büyük bir hümaniter krizle uğraşmamız dolayısıyla, yüzbinlerce insanın hayat kavgası vermesi dolayısıyla kültürel meselelerin açılması nihayetinde ancak bu anahtar meselenin değerini düşürecektir. Bu mantığı asla kabul etmiyorum: Tam olarak şimdi, yüzbinlerce insan Avrupaya gelirken bütün bunlardan bahsetmeliyiz ve nasıl ele alınacağının ayrıntılı formülünü çıkarmalıyız.
Bunun nedeni, göçmen karşıtı paranoyanın ancak böylesi doğrudan bir yaklaşımla dağıtılabilecek olması değil sadece, bundan çok daha netameli bir olgudur: Cinsiyet [sexuality], günümüzün ideolojik-politik mücadelelerinin merkezi muhtevalarından birisi olarak öne çıkmıştır.
Nijeryalı Boko Haram hareketini ele alalım, adlarını kabaca betimleyerek “Batılı eğitim yasaktır” diye çevirebiliriz – bu da özellikle kadınların her türlü eğitimini yasaklamak demektir. İki cinsiyet arasındaki ilişkinin hiyerarşik regülasyonunu esas programatik maddesi sayan bu kitlesel sosyopolitik hareketin tuhaflığı o halde nasıl izah edilecek?
Gündelik “hovarda” eğlencelere odaklanan Paris bombalamaları gibi saldırıların niçin münasip sayılabileceğini Ayetullah Ruhullah Humeyni onlarca yıl önce açıkça söylemişti. Şubat 1979’da İran İslam Cumhuriyeti’ne döndüğünde şöyle dedi: “Yaptırımlardan korkmuyoruz. Askeri işgalden korkmuyoruz. Bizi korkutan batının ahlaksızlığıyla iş(ti)gal edilmektir.” Humeyni’nin korkudan söz etmiş olması, bir Müslümanın Batıda en çok korkması gereken şeyden söz etmiş olması, harfiyen alınmalıdır: Müslüman köktendincilerin, Şii veya Sünni, ekonomik ve askeri mücadelelerdeki gaddarlıkla hiçbir sorunları yoktur, onların esas düşmanı Batılı ekonomik neokolonyalizm veya askeri saldırganlık değildir, Batı’nın “ahlaksız” kültürüdür.
Putin Rusyasında da aynısıdır, muhafazakar milliyetçilerin tanımlamasına göre Batıyla olan çatışma kültüreldir, en son uğrak olarak cinsel farklılığa odaklanmıştır: Avusturyalı travesti Conchita Wurst’ün (diğer adıyla Tom Neuwirth’ün) 2014 Eurovision yarışmasındaki zaferi bağlamında bizzat Putin St. Petersburg’da bir akşam yemeğinde şöyle dedi: “İncil iki cinsiyetten [gender] söz eder, adam ve kadın, aralarındaki birleşmenin esas maksadı da çocuk üretmektir.” Olağandır ki kuduruk milliyetçi parlamento üyesi Vladimir Jirinovski daha açık sözlüydü. Wurst’ün zaferini “Avrupa’nın sonu” diye niteledi, “Nefretimiz sonsuzdur. … Artık Avrupa’da adamlar veya kadınlar yok, sadece onlar var.” Başbakan yardımcısı Dimitri Rogozin’in attığı bir tweete göre Eurovision sonucu “Avrupa’nın entegrasyon savunucularına Avrupaya sundukları geleceği göstermiştir – sakallı bir kız.”
Birleşik Avrupa simgesi olarak bu sakallı hanım imgesinde (ki uzun zaman sirklerin ucube gösterilerinde standart örnek olmuştur) yarı-şiirsel tekinsiz bir güzellik de var – Eurovision yarışmasının kamusal TV yayınını reddeden Rusya’nın yenilenmiş kültürel Soğuk Savaş çağrıları yapmasına şaşmamalı. Dikkat edin bu mantık Humeyni’dekinin aynısıdır: ne ordu ne ekonomi, esas korkulan nesne ahlaki bozulmadır, cinsiyet farklılığına yönelik tehdittir. Boko Haram’ın bütün yaptığı bu mantığı son noktasına vardırmak.
Psikanaliz bize ne söyler
Farklı “yaşam tarzları”nın karmaşa ve sebatları küçümsenmemelidir ve burada psikanaliz bir miktar yardımcı olabilir. Farklı kültürleri (yahut günlük pratiklerinin zengin dokusu içindeki yaşam tarzlarını) birbiriyle bağdaşmaz kılan hangi etkendir? Kaynaşmalarını ya da en azından birbirlerini umursamadan uyum içinde bir arada varolmalarını önleyen engel nedir?
Bunun psikanalitik cevabı: keyfiyettir [jouissance]. Farklı keyfiyet şekilleri birbirlerine aykırı ve ortak bir ölçüden yoksun olmakla kalmaz; Başkasının keyfiyeti bizim açımızdan katlanılmazdır, çünkü (ve böyle olduğu ölçüde) kendi keyfiyetimizle ilişkilenmenin doğru bir yolunu bulamayız.
Nihai bağdaşmazlık benim ve başkasının keyfiyeti arasında değildir, kendimle kendi keyfiyetim arasındadır, bu keyfiyet ebediyen uz-akın [ex-timate] bir işgalci olarak kalır. Öznenin kendi keyfiyetinin nüvesini bir Başkasına yansıtması, tutarlı keyfiyete eksiksiz bir erişimi bu Başkasına atfetmesi işte bu kördüğümü çözmek içindir. Böyle bir kümelenme de ister istemez kıskançlığa yol açar: Kıskançlıkta özne kendisinin dışlandığı bir cennet (eksiksiz bir keyfiyet ütopyası) yaratır/hayal eder.
Aynı tanımlama politik kıskançlık diyebileceğimiz şeye de uygulanabilir, Yahudilerdeki gizemli pratiklere ve yeteneklere dair anti-Semitik düşlemlerden (ki bunlar bazen delilik seviyesine varır, Yahudi adamların regl oldukları iddiası gibi) Hıristiyan köktendincilerin gey ve lezbiyenlerin tuhaf cinsel pratiklerine dair düşlemlerine kadar. Faşist sosyolojinin bir akademisyeni olan Klaus Theweleit’in belirttiği gibi, böyle görüngülerin salt “yansıtma” diye okunması fazla kolaydır: Kıskançlık gayet gerçek ve iyi temellenmiş olabilir; başka insanların kıskanç özneden çok daha yoğun cinsel hayatları olabilir ve olur – Lacan’ın uyardığı gibi bu olgu kıskançlığın patolojik oluşunu hiç de azaltmaz. Bu vaziyetin politik boyutuna dair Lacan’ın veciz betimlemesi şöyle:
Keyfiyetimizin raydan çıkmasıyla birlikte onun konumunu ancak Başkası [Autre, Öteki] izleyebilir, ama ancak bu Başkası ile ayrıldığımız ölçüde izleyebilir. Kimi düşlemler, eritme kabından önce hiç duyulmamış düşlemler buradan gelir. Başkasının kendi keyfiyet şekline bırakılması, ancak kendimizinkini ona dayatmamakla mümkün olur, onu az gelişmiş saymamakla olur.
Savı özetlersek: Kendi keyfiyetimizle olan çıkmazımız nedeniyle, tutarlı bir keyfiyeti hayal etmemizin tek yolu onu Başkasının keyfiyeti olarak tasavvur etmektir; bununla birlikte, Başkasının keyfiyeti kendi tanımı gereği kimliğimize [identity] yönelmiş bir tehdit olarak, reddedilecek, hatta yok edilecek bir şey olarak tecrübe edilir.
Bir etnik grubun kimliği bakımından bunun anlamı şudur: “Her zaman, her insan topluluğunda, asimile edilemez bir keyfiyetin reddi vardır, bu da olası bir barbarlaşmanın başlıca nedenini oluşturur.” Burada Lacan Freud’u desteklemiş olur. Freud’a göre sosyal bağın (grup kimliğinin) dolayımı, bütün üyelerin ortaklaştığı bir Önder figürüyle tek tek her üyenin özdeşleşmesidir [identification]: Lacan’ın tasavvuruna göre Esas-İmleyenle olan bu simgesel özdeşleşme ikincildir, onun öncesinde keyfiyetin reddedilmesi vardır, işte bu yüzden ona göre, “kurucu suç babanın öldürülmesi değildir, reddettiğim keyfiyeti bedenlendiren her kimse onu öldürme iradesidir.” (Ve buna eklenebilir ki ilksel babanın öldürülmesinin zemininde bile onun aşırı keyfiyetinden duyulan nefret, bütün kadınlara sahip olmasından duyulan nefret vardır.)
Başlangıç noktası, “dolaysızca gördüğüm” şey, kim olduğumu veya ne olduğumu bilmememdir, zira en içimdeki keyfiyet nüvesi elimden kaçar. Ben de kendimi bu aynı kördüğüme yakalanan başkalarıyla özdeşleştiririm, ve kolektif kimlik zeminimizi doğrudan bir Esas-İmleyenden almayız ama, daha asli düzeyde, Başkasının keyfiyetini ortaklaşa reddetmemizden alırız.
Başkasının keyfiyeti bu yüzden derinden muğlak bir statüdedir: Kimliğime yönelmiş bir tehdittir, ama aynı zamanda ona atıf yapmam kimliğimi temellendirir – kısacası kimliğim onu tehdit eden şey karşısında bir savunma tepkisi olarak ortaya çıkar, veya anti-Semitizm bağlamında diyebileceğimiz gibi, Yahudi olmasa Nazi nedir ki?
Hitler’in “Kendi içimizdeki Yahudiyi öldürmeliyiz” dediği rivayet edilir. A.B. Yehoshua’nın bu beyana uygun bir görüşü vardır:
Yahudinin Yahudi olmayanın kimliğini kendisi daha sezip denetleyemeden istila edebilen yıkıcı bir tür amorf antite olarak tasvir edilmesi Yahudi kimliğinin aşırı esnek olduğu hissinden kaynaklanır, çünkü o tam olarak, değişen yörüngeleri üzerindeki görcül [virtual] elektronlarla sarılmış çekirdeğiyle bir çeşit atom gibi yapılanmıştır.
Bu anlamda Yahudiler etki itibariyle Gentilelerin küçük a nesnesidir: “Gentilelerde Gentilelerin kendilerinden daha fazla olan” şeydir, benim önüme çıkan bu şey, karşılaştığım başka bir özne değil, kendi içimdeki ecnebidir, yabancı bir işgalcidir, Lacan’ın lamella dediği şeydir, sonsuzca yoğurulabilen amorf işgalcidir, asla belirli bir biçimde tespit edilemeyen ölmemiş bir “uzaylı” canavarıdır.
Bu anlamda Hitler’in beyanı söylemek istediğinden fazlasını anlatır: Niyetlediğinin aksine, Gentilelerin kendi kimliklerini sürdürebilmek için anti-Semitik “Yahudi” figürüne ihtiyaç duyduklarını doğrulamış olur. Demek ki yalnızca “Yahudi bizim içimizde” olmakla kalmaz – ve Hitler’in bunu eklemeyi unutması manidardır, o, anti-Semit, onun kimliği, de Yahudinin içindedir. (Ve ırkçılık karşıtlığının bir türünde bile bu aynen böyledir. Politik Doğrucu ırkçılık karşıtlığı mücadele ettiği (veya ediyor gibi yaptığı) şeye – birinci-düzey ırkçılığın kendisine yaslanır, böylece rakibinin paraziti olur: PD ırkçılık karşıtlığı görünüşte tarafsız bir beyan veya jestteki gizli ırkçı meyili ortaya çıkaran PD-öznenin utkusundaki keyif fazlasıyla [surplus-enjoyment] sürdürülür.)
Keyfiyetlerin böyle birbirine karışmasından çıkarılacak bir başka sonuç, ırkçılığın her zaman tarihsel bir görüngü olmasıdır: Anti-Semitizm binlerce yıldır aynı kalmış gibi gözükse bile, içsel biçimi her tarihsel yarılmayla birlikte değişir. Fransız filozof Étienne Balibar’ın sarihçe belirttiği gibi günümüzün küresel kapitalizminde, birbirimizden çok uzaklarda yaşasak bile birbirimize böylesine komşu olmuşken, anti-Semitizmin yapısı bir anlamda küreselleşmiştir: Kimliklerimize tehdit olarak algılanan her bir diğer etnik grup “Yahudi”nin anti-Semite göre üstlendiği işlevi görmektedir. Paradoks budur, bu özgül tarihsel halimiz içinde, anti-Semitizm evrenselleşmiştir. Bu evrenselleşme eşsiz istisnai bir olguda doruk noktasına ulaşır: koyu Siyonistlerin kendileri bile “kendinden nefret eden Yahudi” figürünü anti-Semitizm çizgisine uygun olarak inşa ederler.
Sam Kriss neden haksız
Sam Kriss’in bana verdiği yanıtı ilgiyle okudum. Öncelikle şunu yazması dürüstçe olmamış:
Bizzat Žižek’in sık sık savunduğu gibi ırkçıdaki birincil patoloji, Yahudiyi veya Müslümanı veya Romanı bir kişi olarak görmeyi reddederek …
Peki, “Müslümanlar, özgürlüklerimizin bir parçası olarak gördüğümüz din düşmanı görüntülere ve arsız mizaha katlanmayı imkânsız buluyor” beyanından ne çıkaracağız?
Ben hiç de öyle bir şey demedim. Yazdığım şuydu:
[K]öktendinci Müslümanlar, özgürlüklerimizin bir parçası olarak gördüğümüz din düşmanı görüntülere ve arsız mizaha katlanmayı imkânsız buluyor.
Cümleden çıkardığı sözcüğü fark ettiniz mi?
Böyle entelektüel hokkabazlıklarına rağmen Kriss beni kendisinin iş(ti)gal ediyor göründüğü Lacancı kavramları istismar etmekle de suçluyordu. Ama sonra şu gibi cümlelere denk geldim: “Düşlem [fantasy] gerçekliği yapılandıran şeydir, bir belirti [symptom] dahi olsa, belirti her zaman yorumlanacak bir bulgudur, bir şeyleri örten bir bulut değil.”
Kesinlikle anlamsız bu gibi cümleler bir dizi sahte özdeşlik imletir: arzu sebebi olan a nesnesi düşlemdeki rolüne indirgenir (oysa Lacan a nesnesinin hem düşlem dışındaki statüsünü hem de düşlemi “katetmemizin” ardından geride kalan arzulama şekillerini özenle ayrıntılandırmıştır), düşlem belirtiyle eşitlenir (oysa Lacan bunların karşıtlığının ayrıntılı incelemesine uzun fasıllar ayırmıştır), vb.
Bu açıklamayla iş(ti)gal edecek yerimiz olmadığından (Lacan’ı tanıtan her iyi metin bu işi görecektir), kendimi Kriss’in yanıtındaki bir pasajla sınırlayacağım, bu pasajda yazarın hem kuramsal hem politik çifte kafa karışıklığı ve düşleme sadakat mefhumunda vardığı gülünçlük yoğunlaşıyor:
Lacancı terminolojiye göre Žižek’in “bizim” uygar Avrupalı yaşam tarzımızla göçmenlerin indirgenemez yabancılığı arasında asli bir ihtilaf olarak teşhis ettiği [identify, özdeştirdiği] şey Simgesel düzendeki bir asimetri olarak adlandırılmalı. (Burada sırf Lacancılığı terk etmekle de kalmıyor — ya özdeşlikle özdeş-olmamanın [kimliğin ve kimsizliğin] Hegelci özdeşliğine [identity, kimliğine] ne oldu?) Bu asimetri varsa eğer, o halde düşlem tam olarak onun çözümlendirilebildiği araçtır. Birbirimize uyduracak imleyenlerden yoksunsak eğer, o halde düşlem menedici hakikatdışılığı ile iletişimin bir suretine uzam açar. Göçmenler Avrupa’da barış ve mutluluk içinde yaşayacaklarsa eğer, o halde talep edilecek şey onların daha iyi bir hayata dair düşlemlerinden feragat etmeleri değil, bu düşlemlere ne pahasına olursa olsun sıkı sıkıya tutunmalarıdır.
Birincisi, Lacan’ın kuramının temel öncülüne göre, eleştirmenimin sakarca “simgesel düzendeki asimetri” dediği şey öncelikle farklı yaşam tarzları (kültürler) arasında değil her bir belirli kültürün kendi içinde cereyan eder: her kültür kendi belirli “imkansızlık noktaları,” içkin ablukaları, antagonizmaları etrafında, kendi Gerçeği etrafında yapılanmıştır.
İkincisi, “çözümlendirmek” şöyle dursun, düşlem onu perdeler, antagonizmanın üstünü örter – klasik vaka: anti-Semitizmdeki düşlemsel Yahudi figürü, hal böyle olmasa uyumlu olacak sosyal yapılanmayı altüst eden dışsal sebebi “Yahudi”nin üstüne yansıtarak sınıfsal antagonizmayı perdeler. Bu yüzden “Birbirimize uyduracak imleyenlerden yoksunsak eğer, o halde düşlem menedici hakikatdışılığı ile iletişimin bir suretine uzam açar.” beyanı tamamen yanıltıcıdır: buna göre her kültür kendisiyle temas etmeyi bir şekilde becermiştir, sadece diğer kültürlere uygun imleyenlerden yoksundur. Lacan’ın teziyse aksine her kültürün kendi kendisine, kendi temsili için “uyduracak imleyenlerden” yoksun olduğudur, bu ayırıyı doldurmak için düşlemlere ihtiyaç duyulması da bu yüzdendir.
Ve burada işler gerçekten ilginçleşir: bu düşlemler kural olarak öteki kültürlere ilişkindir. Nazilere dönelim: Yahudi düşlemi Nazi kimliğinde anahtar bir muhtevadır. Düşman olarak Yahudi, anti-Semit öznenin işçi sınıfı ile sermaye arasındaki tercihten kaçınmasını sağlar: entrikalarla sınıf savaşını kışkırtıyor diye Yahudiyi suçlayarak, çalışanlarla sermayenin işbirliği sağladığı uyumlu bir toplum vizyonunu savunabilir.
Yine bu yüzden Julia Kristeva fobik nesneyi (anti-Semitlerin entrikalarından korktuğu Yahudiyi) tercihten kaçınmaya bağlamakta haklıdır: “Fobik nesne tam olarak tercihten kaçınmadır, olabildiğince uzun bir süre boyunca özneyi karar vermekten uzak tutmaya çalışır.”
Bu önerme özellikle politik fobide geçerli değil mi? Fobik nesne/iğrençlik [object/abject], sağcı-popülist ideolojinin kendi partizanlarını harekete geçirmekte kullandığı korkularla (Yahudi korkusu, göçmen korkusu, bugün Avrupada mülteci korkusu), tercih etmenin bir reddedilişini bedenlendirmez mi? Reddedilen neyin tercih edilmesidir? Sınıf mücadelesindeki bir konumun tercih edilmesidir. Anti-Semit fetiş-figürü olarak Yahudi, sosyal bedeni teşkil eden sosyal çatışkıyla karşı karşıya gelmeden önce öznenin gördüğü en son şeydir (Burada Freud’un fetiş tanımlamasının bir çevirisini yapıyorum: fetiş, öznenin kadının penisi olmadığını keşfetmeden önce gördüğü en son şeydir).
O halde ilk varılacak sonuç en azından bazı düşlemlerin “kötü” olduğudur: Nazilere kesinlikle “daha iyi (Yahudilerin olmadığı) bir hayata dair düşlemlerinden feragat etmeyip bu düşlemlere ne pahasına olursa olsun sıkı sıkıya tutunmalarını” tavsiye etmemeliyiz. O zaman “iyi” ve “kötü” düşlemleri birbirinden ayırt mı etmeliyiz – mesela ırkçı düşlemler yerine küresel kardeşlik ve işbirliği üzerine hümanist herşey dahil düşlemleri mi koymalıyız?
Eleştirmenim “düşlem menedici hakikatdışılığı ile iletişimin bir suretine uzam açar” diye yazarak bu yolu tutturmuş gözüküyor – kısacası düşlem, hakiki olmasa bile, iletişimin en azından bir suretini sürdürebilmek için elimizde olan tek şeydir.
Fakat Lacan’ın psikanalizinden çıkan (politik) ders bu mu gerçekten? Düşlem gerçekten politikanın en son uğrağı mıdır? Komünizm en nihayetinde ne pahasına olursa olsun sıkı sıkıya tutunmamız gereken bir düşlemden mi ibarettir?
En azından şunu kesinlikle diyebiliriz ki Lacan’ın kuramı bir yol daha açar, düşlemi katetme politikası diyebileceğimiz yolu açar: sosyal antagonizmaları perdelemeyip onlarla yüzleşen, yalnızca “imkansız bir rüyayı gerçekleştirmek”le kalmayıp “suretinkisi olmayacak bir söylemin (sosyal bağın)” (Lacan) uygulanmasını, Gerçeğe dokunan/çarpan bir söylemin uygulanmasını amaçlayan bir politikadır bu. Lacan, her ne olursa olsun, iletişimin her türünün Kriss’in dediği gibi “suret” olduğunu öne süren bir post-modernist değildir.
Slavoj Žižek, 28 Aralık 2015, inthesetimes.com
Türkçesi: Işık Barış Fidaner, Canan Coşkan