“Gösteri toplumu” kavramının hakkını son noktasına dek verildiği bir distopyanın kahramanları Bing ve Abi Çocuk henüz çocukken şu sorul...
“Gösteri toplumu” kavramının hakkını son noktasına dek verildiği bir distopyanın kahramanları Bing ve Abi |
Çocuk henüz çocukken şu sorulara sıra gelmişti.
Neden ben benim de sen değilim,
Neden buradayım da orda değilim.
Zaman ne zaman başladı ve uzay nerede bitiyor.
Güneşin altındaki yaşam sadece bir rüya mı?
Gördüklerim, duyduklarım, kokladıklarım sadece dünyadan önceki dünyanın bir görüntüsü mü?
– Peter Handke, ‘Çocukluk Şarkısı‘
Black Mirror dizisi sadece özgürlük meselesini deşmekle kalmıyor; kimlik, varlık, benlik, zihin gibi birbirinin yerine kullandığımız ve esasında farklı şeyleri imleyen kavramları yerli yerine oturtuyor. Politik olduğu kadar, felsefi sorunlara da kapı açıyor: İnsan nedir? Modern zamanlarda iletişimden ne kadar söz edebiliriz?
Bu yazıda, bugüne kadar yayınlanmış 2 sezon, 6 bölüm üzerinden inceleyeceğim dizide klasik dizilerden farklı olarak bölümler arasında birbirini takip eden bir hikâye zinciri yok, bunun doğal bir sonucu olarak her bölümün karakterleri de farklı. Ancak hepsinde özgürlük konusunun incelendiği kanısındayım. Bütün karakterlerin ortak noktasının bir şekilde sistem içinde mahkûm olmaları ve buna karşı geliştirdikleri duruşları olduğunu görüyoruz.
Kültür endüstrisi, gösteri toplumu, hiper gerçeklik gibi kavramları ödünç alarak bir yol haritası çizmeye çalışacağım ancak Black Mirror dipsiz bir kuyu. Black Mirror’ın her bölümüne çok farklı yaklaşımlarla bakmak mümkün; okumalara oldukça açık. Eco’nun tabiriyle açık bir metin Black Mirror.
Dizinin içeriğine girmeden önce; ayna metaforunun kullanılmasının önemi üzerinde durmak istiyorum. Kendi yüzümüzü sadece aynada görme şansına sahibiz yaradılış olarak; bu da aslında insanın kendi yüzünü asla göremediği sonucu ortaya çıkarıyor. Kendi yüzümüz bile bizim için bir yansıma, bir temsilden ibaret.
Ayna açıkça bilinçdışına göndermedir. Çünkü aynalar bize ait olanı, aslında bizi anlatır ama bir yandan da görmediğimiz, çok da aşina olmadığımız yüzümüze bize yansıtır. Ayna metaforu bazen gerçeği yansıtmak olarak geçse de; bazen de farkında olmadığımız bir detayı görmemizi sağlar. Saffet Murat Tura’dan aktarmak gerekirse” İnsan başkasının gözünde imajdır ve insan imajının peşindedir.” Diziyi temsil, imge, ayna, kimlik, benlik gibi kavramları açıklayarak dizideki önemleri üzerinde durarak anlatmaya başlayacağım.
Black Mirror 1 .Sezon
Prenses’i kaçırıp Başbakan’ın bir domuzla çiftleşmesi talep edilecek olursa? |
Bu bölümün içeriği aslında sosyal medyanın gücünü doğrudan konu ediniyor diyebiliriz. Halkla ilişkiler, reklamcılık gibi tüm alanlar artık sosyal medyadan, diğer adıyla yeni medyadan bağımsız düşünülmüyor. Her şey gün geçtikçe dijitalleşmeye, ikonlaşıp sosyal medyada paylaşılmaya başlandı. Ünlülerin söyledikleri kadar, tweet’leri de önem kazanmaya başladı. Öyle ki ülkemizde tweet attığı için hakkında dava açılan sayısı oldukça fazla.
Mcluhan’ın kavramsallaştırdığı üzere, aracın kendisi de mesajın içeriğine dahildir. Tam da bu noktada Black Mirror‘un seyirciyle ilişkisi de üzerine düşünülmeye değer; televizyon dünyasını anlatan ama televizyonda yayınlanmayan bir dizi.
Televizyon dünyası ve medya eleştirileri sinemada defalarca konu edinmiştir. Ama bu bölüm ile en yakın ilişki kurduğum film kesinlikle Wag the dog (1997). Başkanın Adamları medyanın nasıl da iktidar için kullanıldığını gösteren çok başarılı bir filmdi.
Dizinin ‘Ulusal Marş’ adını taşıyan bu bölümü ise tam aksine kamuoyunun politikayı nasıl da şekillendirdiği ve politikanın popülizme feda edilmesi konu edinmekte. Bence İngiltere başbakanı “Kamuoyu hapishanesi”ne hapsedilmiş durumda. Politik doğrunun çizgileri o kadar sert ve kalın çizgilerle çizilmiştir ki otorite’nin kendi şahsı bile sıkı sıkıya bağlıdır. Terörist kimdir? Devlet düşmanı kimdir? Doğru ve yanlışlar belirgin değildir.
Dizinin bu bölümünde İngiltere Prensesi kaçırılmış ve görüntüleri televizyonlara sızdırılmıştır. Tüm ülkede oldukça hızlı bir şekilde yayılan haberde Başbakan etik bir çıkmaza sürüklenir; canlı yayında Dogma 95 Manifestosu’na uygun şekilde bir domuzla cinsel ilişkiye girmezse, Prenses’in hayatı son bulacaktır.
Aslında çıkmaz üzerine düşündükçe bir ikinci soru aklımıza gelir; kaçırılan sıradan bir genç kız olsa sonuç değişir miydi? Yakın zamanda çıkan Nightcrawler filminde oldukça sorgulanan bir konu “medya etiği.” Medya gerçekleri mi servis eder, bacasız fabrika mıdır, reklam gelirleri elde eden bir yapım şirketi midir?
Birçok çağdaş sosyoloğa göre, medya da yasama, yürütme ve yargı gibi bir güçtür. Öyle ki tüm dünya liderlerinin basın danışmanları var ve gerekli açıklamaları, özür dilemeleri, yanlış anlamaları izah etme işini vb. onlar yapar. Söz yeterince açıklayıcı olmadığı için danışmanlar “aslında şunu söylemek istedi” gibi açıklamalar getirirler; yanlış anlamalar olmasın, politik doğrudan sapma az olsun diye.
Diziye dönece olursak, bölümde “terörist” bulunmaya, domuz yerine sahte bir çekim yapılmaya çalışılsa da başarılı olunamıyor. Ve söz konusu cinsel münasebet gerçekleşmeden prenses serbest bırakılmasına rağmen, kimsenin haberi olmuyor. Bunun pratik olarak gerçekçi olmadığını düşünsek bile; herkesin Başbakan’ın domuzla canlı yayında birlikte olmasını izlemesi ve artık Başbakan’ın seyirlik bir nesne olması oldukça vurucu. Canlı yayında eylem gerçekleşmeden önce, televizyon programlarından birinde neden domuz seçildi diye sorulması da cabası.
Huxley’in Yeni Cesur Dünya romanında işaret ettiği üzere, aslında medya bizi kontrol etmeye, zihnimizi şekillendirmeye, neyin önemli olup olmadığına karar vermeye başladı3. Artık önemli olan Prenses’in hayatta kalması değil, Başbakan’ın cesaretidir. Erdemli davranmak bir insan yaşamı için domuzla cinsel ilişkiye girmek midir sadece?
Tüm bu sorular aklımızda cevapsız kalırken, dizi olaydan sonra Başbakan’la karısının hayatlarından bir kesit gösterir. Her şeyden bağımsız olarak bir kadın-erkek ilişkisi zedelenir, ama kamera önünde mutlu çifti oynarlar. Politik doğrunun hapishanesine hoş geldiniz! Kameralar önünde olmaları gereken örnek çifti canlandırırlarken, kamera arkasında eşi Başbakan’a “Tereddüt etmene gerek yok zaten herkes olayı gözünde canlandırdı,” diyerek bizi gerçeği düşünmeye davet eder.
Seyirci olarak bizi rahatsız eden bölüm sonunda şu aklımıza gelir. Kant’ın evrensellik ilkesine göre her koşulda bir insan hayatını kurtarmak onurlu bir davranıştır ve insan amaçtır. Ama gerçekten de dizi boyunca düşünürüz: Söz konusu eylem etik mi yoksa bunu sadece “sosyal sermaye” için mi yaptı? “Seyircilik” konusuyla yakından ilgili bir mesele. Bir Başbakan’ın sosyal itibarının yıkılması seyirlik bir nesne midir? Resmi tarih bunları yazar mı? Mulvey’in de söylediği gibi gerçekten de röntgencilik ile seyircilik arasındaki ilişkiyi yakından görme fırsatımız olur.
Fifteen Million Merits: Aşınan ve ölen karakter
“Ürettiğin enerji kadar zenginsin ve biz ne dersek onu tüketeceksin” |
Bu bölümü izler izlemez aklıma gelen kitap ise Karakter Aşınması oldu. Richard Sennet kitabında karakteri şöyle tanımlar; Karakter,
kendi arzularımıza ve diğer insanlarla aramızdaki ilişkilere yüklediğimiz etik değerken yaşadığımız dünyayla bağlantısı çerçevesinde kendimizde değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel özelliklerimizdir. (s.10-11.)
Bölüm boyunca aslında karakterin ortadan kalktığının farkına varırız. Steril ortamlar, her yerde camekân ekranlar… İnsanın kendi özüne yabancılaşması, kendi çevresine uyum sağlayamaması ve bu çatışmaların insan ruhunda açtığı yaralar. Karakter aşınmasının had seviyede yaşandığını fark ederiz; artık herkes tek tipleşmiştir.
Mimari açıdan bir bakış gerekirse aslında mekânın yok olduğunu ileri sürerek başlamak isterim. Mekan tanımı kamusal ile özelin ayrışmasına yol açar. Özelin konumunu korumasına, öznenin varlığını sürdürmesinin yegâne koşuludur mekân. “15 Milyon Değer” adlı bölümde 1984‘ü aratan bir devlet kontrolünü açıkça fark ederiz. Sınıfsal olarak işçi sınıfında olanların sadece ekranlardan oluşan dört duvar odaları var. Postmodern anlamda mekânın kaybolduğu, her yerde sonsuz bir denetimin olduğu hapishanelerden farkı nedir? Foucault‘nun “ayakta alkışlayacağı” bir düzenin hâkim olduğu distopik dünyada gerçek olan hiçbir şey yoktur. Camekân imaj hapishanelerine tıkılmış kitleler ekranlarında reklam izlemeye mahkûmdurlar. Özgürlük umudu için düzenlenen yarışma Atları da Vururlar kitabını hatırlatır. Günümüz televizyon dünyasında ünlü olmak için her şeyini veren, karakterlerinden vazgeçen, sosyal itibarını yok eden, seyirlik bir nesne olmayı kabul eden insanlar. Oysa –Kant’a dayanan ve insan hakları kuramının da başlangıcı olan bir düşünceye göre– insan araç değil ve amaçtır, asla ikincil olamaz.
Bing, işinde gücünde sıradan bir çalışandır. Hayatına devam ederken Abi ile tanışınca hayata bakış açısı değişir. Abi onun bu dünyada gerçek olarak hissettiği tek şeydir. Yemekler ve giyecekler dışında her şeyin ekranlarda olduğu bir dünyada gerçek kâğıttan bir oyuncak veriyor. Gerçek olan tek nesne de aslında gerçeğin kötü bir kopyası. Reklam izlememek için para ödediğimiz ekranlar içindeyiz. Her şey metalaşmış, aynılaşmış. Bu hayattan kurtulmak içinse yetenek yarışması umudu var.
Gerçeğin sanal görüntülerle ikame edildiği üzere artık temsil edilenlerin ve göstergelerin çokluğundan gerçeğe ihtiyaca kalmamış bir dünyadayız. Guy Debord’dan ödünç almak gerekirse; “gösteri toplumu”nda, her şeyin sadece bir şeyleri ikame ettiği bir gerçeklikte yaşıyoruz. Genel anlamda göstergebilimin gelişim sürecinde Eco’nun öne sürdüğü “yalan teorisi” sinema göstergebiliminde de geçerlidir. Gösterge başka bir şeyin yerini tuttuğunda o şeyin var olması ya da o anda bir yerde bulunmasının gerekli olmadığı iddiasından hareketle Eco, göstergebilimin bir yalan teorisi olduğunu söylemektedir. Bing’in dünyasında da her şey yalandan ibarettir; Abi dışında!
Black Mirror dizisi, Atları da Vururlar kitabı gibi, merkezine bir aşk hikâyesini alır ve arkaya fon olarak korkunç bir kapitalist dünyayı yerleştirir. Her şeyin pedal olarak bir karşılığı vardır. Her şey paralı köleler gibi çalışarak mümkündür. Aslında her şey mümkün olduğu için özgürlük yanılsamasını yaşarız. Bing, Abi’ye hayatının fırsatını hediye eder: pedalla biriktirdiği enerjiyle yarışmaya katılma hakkı. Abi seyirci ve jüri önüne çıkar. Artık Abi de gösteri toplumunun bir parçası haline gelmiştir. O da ne kadar seyirci toplarsa, alkış toplarsa ona göre başarılı sayılacak, sevilecektir. Başarılı olmaktan anlaşılması gereken sadece jürilerin beğenisini kazanmak, bir ikon haline gelmek.
Burada artık başka bir kavramı açıklamak yerinde olacak: Internet Personası ya da daha bilinen adıyla; Online kimlik. Abi sahneye gerçek olarak çıksa da karşısında sadece jüri gerçek. Jürinin arkasında büyük bir kitle görüntüsü olsa da bu kitle fiziken mevcut değil. Televizyondan tribündeymiş gibi izliyoruz. Artık kitleler kamusal alanda online kimlikleri, internet personalarıyla temsil ediliyorlar. Gerçekten varolmayan seyirciler ve sahtekâr 3 jüri üyesi tarafından Abi yargılanırken Bing gerçeğin farkına varır. Bing kendi elleriyle Abi’yi başka bir hapishaneye itmiştir. Ana karakter olarak Bing’le özdeşim kurar, şimdi bir intikam hikayesi izleyeceğimizi düşünürüz. Hiper-gerçekliğin çölüne hoşgeldiniz!
Karakterin ölümü
Bing çalışır edinir, aynı süreçlerden sonra o da jürinin önüne geçer. Bu arada jürinin 3 kişide oluşması aklımıza Macbeth‘teki 3 cadının yanı sıra, Dava romanını getirebilir. Sahneye çıkan Bing performansının ortasında boynuna bir cam dayayarak gerçeği anlatmaya çalışır. Bir Mesih gibi gerçekleri göstermek için kendini feda etmeye hazırdır. İman/inanç/mucizeler aynı damardan beslenir; mümkün olanın sınırlarında olmak, ateşi çalmak, Ajan Smith’in karşısına çıkmak, büyük ejderhayı yenmek…
Bing’in yaşadığı anksiyete için yegâne çaredir, kendini feda etmek. Varoluş çok anlamsızdır; intihar belki de tek anlamlı cevap olabilir. Bir nokta, bir ünlem, bir parantez. Nihai bir dönüş, bir geçiş anı, intihar… Bu açıdan Black Mirror, tragedyalardaki kahramanlar gibi, büyük kötü jürinin karşısında gerçekleri söyler. Shakespeare eserlerinde hakikati söylemek delilere mahsustur. Dizinin bu bölümünde Abi’ye âşık Bing’e düşer hakikati söyleme yükü. Ama jüri ve otorite yapacağını yapar ve Bing’in çıkışını da algı yönetimi ile sistem içerisine dahil eder.
Dizinin sonunda kırık cam bir imge halini alır. Artık karakter de, kahramanlar çağı da bitmiştir, büyük hikâyeler ve büyük söylemler artık yok. Karakter yok, mekân zaten yoktu. Zaman da satılabilir bir meta. Bir reklam ikonu gibi.
Her şeyin metalaştığı bir dünyada Bing’in cesur çıkışı bile Cadılar Bayramı’ndaki “oyun ya da şeker” diyen çocukları andırır. Bu açıdan Okan Bayülgen‘in Televizyon Çocuğu programını düşünebiliriz. Muhalif saiklerle yola çıkan yapımlar bile zaman içerisinde sisteme entegre oluyor.
Bireysel bir kurtuluş mümkün değildir, masalın (dizinin) sonunda da bunu anlarız. Brecht’in kahramanı olarak Galileo‘yu hatırlamakta fayda var; “Ne yazık ki o ülkeye, kahramanlara ihtiyaç duyar.”
The Entire History of You: Seyirlik nesne olarak geçmiş
Black Mirror’ın bu bölümünde göze takılan bir lens sayesinde tüm hayatımız kayıt altına alınabiliyor. Bölümün adı ‘Senin Bütün Hikâyen’, De te fabula narratur’u çağrıştırır: “Anlatılan senin hikâyendir”.
Lense takılan bir çip sayesinde tüm anılarımız ufak videolar şeklinde kaydediliyor. Tüm anılarımız, zihnimizin tanıklık ettiği gözlerimizin gördüğü her şey kayıt altına alınıyor, izlenebiliyor. İnsanın kendi anılarını bir video izler gibi izlemesi, onlara mesafe koymasıyla beraber aslında tüm anılarımız ve yaşantılarımız seyirlik bir nesne haline geliyor.
Bir hayatı “deneyimlemek” ve “yaşantılamak” aynı anlama gelmez; deneyimlemek bir öznenin tanıklık ettiği, şekillendirdiği bir geçmişi işaret eder. Buna karşın bir roman karakterinin ya da film karakterinin hayatı yaşantılanabilir; okuyucu/izleyici olarak onunla özdeşim kurulabilir.
Kadın-erkek ilişkisini odak noktasına koysa da; aslında geçmişin kayda alınması imkânı olsaydı ilişkinin dinamikleri nasıl olurdu diye sorarak dizi bir başka yere işaret eder: Anılarımız, kaçtığımız ya da mahkûm olduğumuz geçmişten fazlası mıdır? Dizide adamın aldatıldığı düşüncesi öyle baskın gelir ki, bunun üzerine tüm yaşantısını sorgular. İnsan tabiatı unutmaya programlıdır ve aslında her şeye kadir olmak onu hiç de mutlu etmez.
Günümüz yaşantısında güven oluşturmak için karşılıklı söz yeterli olsa da, hiper-gerçeklik çağında her şeyin kayıt altında olduğu bir düzende söz yetersiz kalıyor. Ufak kaçamaklar, eve neden geç geldiğiniz, ne yaptığınız… her şey kanıtlanabilir, hesap verilebilir birer nesne haline geliyor. Anılar da satılabilir bir nesne olsa, örneğin bir pop yıldızının korumasının gözünden en özel anları? Anıların ne kadarı bize aittir?
Bu sorular, Benjamin’in işaret ettiği Erfahrung / Erlebnis farkına işaret etmekte. Yaşantının kendisi deneyimin kendisinin yerini almıyor mu? Gerçeğin ne olduğuna, hakikate dair sorular sorduğumuzda aldığımız cevaplar bizim için iyi olmayabilir. Bilmeme, yalan bir hayatı yaşama hakkımız elimizden alınıyor bu bölümün konseptinde. Oysa bu teknolojiden önceki hayatımızda biz sevgilimize inanmayı tercih edecektik, gerçeği bilemeyeceğimiz için. Aldatılmaya rağmen aşkın her şeyi affetmesini de…
Birinci sezonun geniş bir özetini yapmak gerekirse…
Üç bölümün de işaret ettiği, çağımızın bir seyir çağı olduğu. Eyleme geçmek yerine, seyretmeyi, edilgen olmayı, özne olmaktan vazgeçmemizi konu ediniyor. Aslında en büyük hapishane farkında olmadığımız ve asla özgürlük arayışına çıkmadıklarımız.
Günümüzde hapishaneler dört duvar arasında değil, özgülenmiş bir mekana ihtiyaç yok. Yazdığımız, konuştuğumuz her şey kayıt altında… Her şey tüketilebilir bir nesne; anılarımız, ilişkilerimiz, hayatlarımız… Tüm hayatımız bir gösterinin parçası ve bir illüzyondan ibaret. Dizinin altını çizdiği “seyircilik” aslında günümüzün ruh hali. Ne zaman başladı, tam olarak ne zaman vazgeçtik kendi hayatlarımızı yaşamaktan? Evlilik danışmanları, yaşam koçları, eğitim danışmanları, emlak uzmanları, kariyer danışmanları… Bize biçilen gömlekler, kendi hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyen kitaplar, uzmanlar… Ve tüm bunlara tanıklık eden zihnimize tutulan bir ayna… “Ayna ayna söyle bana, var mı benden daha gerçeği?”
Black Mirror 2 .Sezon
“Ölüm yoktur, ölümün korkusu vardır. |
Tarkovsky’nin Kurban filminde söylediği gibi; “Ölüm yoktur, ölümün korkusu vardır.” ‘Hemen Dön’ başlığını taşıyan bu bölümün ana karakteri Martha, eşinin ölümüyle bir türlü yüzleşemez. Yeni çıkan bir “ürün” imdadına koşacaktır. Artık sosyal medyadaki fotoğraflardan, telefondaki sesinden, videolardaki dijital verilerden yararlanıp yapay zekâ bir avatar yaratılabilmektedir.
“Önce söz vardı” sözünü hatırlatırcasına öncelikle sesi gelir kocasının. Artık her gün, her saat onunla zaman geçirir. Zamanla ses ve sözcükler yeterli olmamaya başlar. Yapay zekâ‘nın ötesinde sentetik bir gerçeklik olarak kocasını bedensel olarak özler ve paketin son aşamasını ister. Burada dizi büyük bir sorunsal karşısında bırakır bizi: Kimliğimiz nedir? O beden ve kaydedilmiş, dijitalize edilmiş anılar mıdır? Bedenimiz, sesimiz ve görüntümüzden oluşan o varlığa kimlik demeye yeter mi? İnsanın varlığı nedir? Bilinç dediğimiz tam olarak nedir? Özgür irade var mı? Yapay zekâ karar alabilir mi? (Terminator: Sarah Chronichles dizisinde baş kötü karakterimiz, kırmızı ışıkta geçen robotlardan söz eder.) Aslında tüm bu anılar ve fiziki varlığımız mevcut olsa da; özgür irade yoksa bilinçten söz etmek mümkün mü?
Filmde kadınla özdeşim kurmamız beklenir. Robot eski koca oldukça uyumludur. Söz konusu yapay uyum Martha’yı huzursuz eder. İnsan’ın doğal yapısı çatışık ve çelişiktir; git-gelleri insan oluşun semptomudur. Žižek ile ünlenen ama aslında Marx‘a ait olan semptom kavramı patolojik olarak dengesizlik durumunu ifade eder. Aslında varlığı bir şeyin yokluğunu ifade eder. Açıkçası ikâme eden koca sadece bir göstergedir. Her ne kadar cinsel performansı yerinde olsa da Martha ile ilişkisinde bir “varlık” gösteremez. Ve en son noktada ondan atlamasını istediğinde Robot korkar. Kimlik, bedeni çevreleyen, aşan ve ötesine geçen bir kavramdır.
Ölüm korkusu yaşadığı için insani bir kaygı gösterir, ama o kaygı bile yapay ve sentetiktir. Tüm bu samimiyetsiz mükemmel robot, bir kapan hissi yaratıyor. Adeta eşinin hayaletinden kurtulamıyor. Bütün bölüm boyunca şu söze hakkını teslim ederiz: “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” Can ölmediği için suretler gerçeğin yerini alamaz.
Bu noktada seyirci olarak dizinin sonunun daha farklı olmasını beklerdim. Şöyle ki; aslında dizinin sonu bir uzlaşı ve onsuz kalamama durumuyla bitse de, yine de eskisi gibi olmadığını fark eder Martha. Esas korkutucu olan eskisinden çok daha iyi ilişkilerinin olması olurdu. Böylece vahşi olana, gerçek olmayana uyum sağlanma hissiyle yabancılaşmayı daha çok hissederdik.
White Bear: Seyirlik nesne olarak infaz
Bölüm boyunca ne olduğunu anlamaya çalışırız. Syuzhet ve Fabula arasındaki gerilim bölüm boyunca bizi ayakta tutar. Biz de başkarakterle birlikte olayları anlamaya çalışırız. Bu açıdan yine Dava ile benzer bir hissi yaşadığımız söylenebilir. Kafka’nın romanında da nedenini bilmediğimiz bir davada suçlu olarak mahkeme önüne çıkartılırız, ama kimse sebebini söylemez ve tam olarak hiçbir yargı süjesi tam bilgiye sahip değildir.
‘Beyaz Ayı’ başlığını taşıyan bölümün sonunda aslında bir cezalandırma sürecine tanıklık ettiğimizi öğreniriz. Bu duygu bize seyirci olma keyfini değil, rahatsızlığını hissettirir. Faile suçun benzer bir hissi yaşatılarak, yani çaresiz bir durumda bırakılarak, fail seyirlik bir nesne haline gelir. Fail özne konumundan seyirlik bir hale geçerken; jüri konumunda olması gereken kamuoyu seyirci konumdan infazcı konumuna geçer.
Victoria için yargılama seyirlik bir eylem haline alır. Yargılamanın amacı eylemin cezalandırılması değil; kitlelerin tatmin edilmesidir. Yargılamanın müzesi vardır, bilet satılır, keyif alınır, oyuncular yardımcı olur. Ve bu cezalandırma defalarca tekrarlanır, tıpkı rahatsız bir vicdan gibi.
Durum, modern hukuk açısından sıkıntılıdır. Cezalandırılan aslında bedendir; bilinç ve irade değildir. Çünkü söz konusu kadın bedeni her seferinde uyutularak unutur ve tekrar hatırlar. Aslında kısaca cezalandırılan bedenidir, eylemi gerçekleştiren zihni değil.
Oysa ceza hukukunda kasten adam öldürme, bilme ve istemeyi kapsar, yani açıkça fiil ehliyeti olan bilinç sorumlu tutulur, yani Cogito. Cogito seyirlik bir hapishaneye mahkûm edilir ve bedeni aynı Prometheus’u andırır şekilde her gün eziyet görmeye mahkûm olur. Aşağılanır, yuhalanır ve ardından süreci tekrar başlatırlar. Bu açıdan cadı avlarını anımsatır. Kitleler hep birlikte bir günah keçisi yaratarak bir katharsis yaşar.
The Waldo Moment: Gerçeği ikame eden kurgu
Komedyen Jamie Slater’in yarattığı Waldo karakteri tahmininden daha başarılı olur. Birçok politikacıyı eleştiren Waldo karakteri oldukça popüler bir ikon haline gelir. Kitleleri etkiler. Burada tabi ki ikonlaşan Waldo karakteri muhalefetin komediye geçtiği zaman nasıl da kontrol edilebilir olduğunu gösterir. Zaman içinde oyuncu Jamie daha soyut ve silik hale gelirken, kurgu Waldo karakteri ete kemiğe bürünür, gerçeğe yakınlaşır.
Waldo bize Hacivat ve Karagöz ikonlarının bir zamanlar gerçek olduğunu anımsatır. Kriz zamanlarında, temsil ilişkisi tersine döner. Artık göstergeler gerçeği ikame etmeye başlar. Bu açıdan İnternet Personası aklımıza gelir. Waldo, aynada zahiri bir görüntüyken, muhalefetin sesi haline gelir. Politikaya dahil edilerek aslında nasıl da iktidarın muhalefeti istediği kalıba soktuğuna tanıklık ederiz.
Aslında burada gerçeğin kurguya, kurgunun gerçeğe yaklaşmasıyla beraber yine sosyal medyanın gücüne vurguyu fark ediyoruz. Truman Show filmini düşünürsek gerçek bir hayat seyirlik bir nesne halini alırken Waldo gibi bir mizah unsuru kurgu karakter, gerçeğin yerini alıyor. Siyasette temsil krizleri tam da otoritenin iktidarının zayıfladığı anlarda ortaya çıkar. Artık neyin nasıl okunması gerektiği, kimin neyi gösterdiği birbirine karışır. Gerçekten daha komik olan karakterler politik figürler halini alır. Ve komik olarak toplumda yer eden ikonlar gerçek bir politik güç haline gelir.
Politik söylemler de, hak mücadelesi de; Onur Yürüyüşü, Cumartesi Anneleri vb… hepsi birer seyirlik bir nesne halini alır. Bu durumda gayet politik olan meseleler vicdan olarak etiketlenip insani bir mesele haline getirilir ki muktedir zulüm etmeye devam edebilsin. Muhalefet gerçeği işaret etmesi gerekirken bir parodiye dönüşür. İyi polis – kötü polis oyunu sahnelenir adeta.
Sistem eleştirisi yapmadan, her şeye muhaliflik hem kolaydır, hem de uzun vadede iktidarın işine gelir. Ne de olsa iktidar kirlidir ve kim geçerse yozlaşacaktır. Komik bir unsur haline gelen iktidar artık eskisi kadar korkutucu gözükmez. Oysa iktidarlar kirlidir. Medyayı kontrol eder, tehdit eder, baskı kurar, kitleleri uyuşturur. Daha da kötüsü bunu hep iyilik kılıfı içerisinde yapar.
“Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”
Black Mirror 3. Sezon trailer’ından |
“İhtiyacımız olmayan şeyleri satın almak için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz.” Bize dayatılan tüm gerçeklikler içinde hangisini arzu ederdiniz? Politik kariyeri için bir domuzla sevişen bir başbakan; özgürlük hapishanesinden kaçış olmadığını fark eden bir yeryüzü lanetlisi, geçmişinin esiri olmuş bir adam… Her gün yargılanan bir beden, bedeni olmayan hatıralardan oluşan bir eski sevgili ve gerçeği ikame eden kurgu bir animasyon karakteri… Hepsi distopya gibi gözükse de oldukça korkutucu bir gerçekliğin kahramanları. Gece uykumuzdan uyandıran korkunç bir kâbusun görüntüleri gibi. Yatağın altındaki canavar, bilinçaltımız ya da aynadaki çok da uzak olmayan geleceğimiz.
Aynaya bakmak, cam bir küreye bakmak her zaman geleceği görmeyi, geleceği bilmeyle eşleşir mitolojide. Ve geleceği görmek genelde körlere atfedilir; çünkü körlerin kadim bir bilgiye sahip olduğu kabul edilir. “Kendini gerçekleştiren korkunç bir kehanet” ya da bir uyarı, ama her şekilde görmek istemediğimiz kırık bir aynadan yansıyan görüntüler… Black Mirror‘ın 3’üncü sezonunu heyecanla bekliyoruz. Gerçeğin ne kadarını arzu etmiştiniz?
Eco, Yanlış Okumalar.
Yakın siyasi tarihimizden güzel bir örnek “ucube” vakasıdır.
Huxley konusunda bir infografik.
Mulvey, Visual Pleasure and Narrative Cinema, s. 721.
Seçkin Serpil