Bir Ulus Baker Yazısı: Dostoyevski ve Tarkovski

Ulus Baker Dostoyevski’yi Tarkovski’ye bağlayan bağ, üzerinden onca tank, bombardıman, acı, hayal kırıklığı, devrim ve karşı devrim, ...

Ulus Baker

Dostoyevski’yi Tarkovski’ye bağlayan bağ, üzerinden onca tank, bombardıman, acı, hayal kırıklığı, devrim ve karşı devrim, hatta varoluş üstünde tepinen onca olumlu şey –bilim, sanat, ahkâm ve şeriat– geçtiği halde nasıl yaşadı? Acaba neden Dostoyevski edebiyatın en yüksek noktasında yer alıyor? Ve bir asır sonra Tarkovski başka bir alanda sinemada, en yüksek filmleri yapabiliyor? Rusların edebiyatlarını yok etmek için ellerinden geleni yaptıklarını artik biliyoruz. Bunu filmlerini yeraltına gömdükleri Eisenstein, Vertov ve Dovjenko için de yaptılar. Ama birdenbire Tarkovski çıkıverdi ve sadece tek şeyin garantisiyle –hayatın ifadesini Dostoyevski’nin yaptığı gibi yaparsanız onu siz ifade etmekle uğraşmak zorunda kalmazsınız, o gelir sizin ifade araçlarını doldurur, taşar, ve kendini sizin aracılığınızla ifade eder. Dostoyevski-Tarkovski bağının sırrı işte budur.
Dostoyevski
Durumu biraz daha ciddiye almak da gerekir: hiçbir yazarı Dostoyevski ile karsılaştırmaya kolay kolay cesaret edemeyeceğimiz gerçeğiyle Dostoyevski okuyanlar –nihayetinde– karşılaşırlar. Neredeyse İngiliz dilini yaratmış olan Shakespeare, Antik Yunan dilini bize topyekun veren Homeros, ve Fransızcayı kuranlar: Rabelais ile Montaigne… Ve sonra Cervantes… Bunlardan bazılarının gerçekten yaşamış olduklarından, giderek eserlerinin “edebi” manada otantik olup olmadığından bile çok emin değiliz. Bu anlamda Dostoyevski bir ilktir –onun orada, Saint-Petersburg’da yaşadığını, tutuklanıp kurşuna dizilmesine ramak kaldığını, sürüldüğünü –hep biliriz. Bazı iyi romanlarını salt para kazanmak için parça başı yazdığını da öğrenebiliriz kolayca. (ve bugün Orhan Pamuk, bir taraftan kendi kötü fantezi romanlarını pazarlamaya çalışırken, diğer taraftan nedendir bilmem oldukça kötü Dostoyevski tercümelerini İletişim Yayınlarında “sunmaktadır” –ve bu tercümelerde “merdivenin kenarında yere yuvarlandı ve kafasını halıya tok bir sesle çarptı” gibi bırakın Dostoyevski’yi, ortalama bir romancının bile asla telaffuz edemeyeceği bir cümleyi bulabiliyoruz…) O cümleyi bulup yeniden yazıyorum (tercüme etmiyorum, yeniden yazıyorum): “merdivenin kenarına eriştiğinde artık dayanamayıp koyuverdi. Tok bir ses geldi kafasıyla halıdan…”

Tarkovski’nin Dostoyevsi’yi bir “yakını” gibi gördüğü biliniyor –hayatı boyunca onun bir romanını çekmek istemiş ve anlaşılan buna ya fırsat bulamamış, ya da –bu daha doğru ve haklı bir neden herhalde– cesaret edememiş… Ama benim gördüğüm her imajının içine Dostoyevski tamtamına işlemiştir. Gerçekten de, nasıl Dostoyevski okuyana her şeyi yazabilecek gibi görünüyorsa, bir Tarkovski görüntüsü de her şeyi gösterebilecek gibi gelir… Onun filmleriyle “barışamazsanız” ilk yirmi dakikanın sonunda terk etmenizin daha iyi olacağı gerçeği (bu çoğu kişinin deneyimidir)iyi bilinir… Ama Tarkovski de her şeyi “çekebilecek” gibi gelen bir filmcidir. Ve bunun nedeni belki de Dostoyevsiesk anlatımla göbekbağından çok, her ikisini birbirine bağlayan bağın oluşabildiği o dirençli zemindir.
Andrey Tarkovski
Bu zemin bir coğrafya değil –Rusya coğrafya oluşturamayacak kadar geniş ve son tahlilde epeyce ıssızdır. Orada insan bir seyrelme içinde yaşar. Elbette modern batılı toplumlardaki o çok yoğun nüfus içinde, kentin kalabalığında yaşanan “seyrelme” –daha doğrusu “izolasyon”– gibi değildir bu. Ama bir devir ya da “zaman” da değil. Daha doğrusu mekânın bir kasılmasıyla zamanın bir gevşemesi karşısındayız. Ya da, Tarkovski’de daha kolay olduğu ölçüde bunun tersiyle. Deleuze’un anlattığı ve örnek tarkovski_ayna_-stalker_mirror-89olarak Tarkovski’yi gösterdiği “kristal imaj” hem kasılma hem de gevşeme olmalıdır –kalp gibi çalışmalıdır. Bahtin Dostoyevski eserindeki bu ritmik “olayları” epeyce çözümledi. Ve orada dilin kasılıp gevşediğini de gösterdi. Dostoyevski “her şeyi yazabilir” — Tarkovski “her şeyi gösterebilir”. Demek ki esas mesele her şeyi yazıp durmak değil, her şeyin yazılabileceği ortamı, arkaplanı, fonu oluşturmak, inşa etmektir.

Ve işte, Dostoyevski edebiyatta, Tarkovski ise sinemada bunu en yetkin şekilde basarmış olanlardır. Ve Dostoyevski’den şöyle bir cümle duyabilirsiniz: “bir arabacının gölgesini gördüm, bir arabanın gölgesini bir fırçanın gölgesiyle temizliyordu.”

Daha da gidersek şunu da: “il faut inventer” –nedense hep Fransızca telaffuz ediliyor esasında Rusça olan bir romanda. Herhalde bir vurgu kazandırmak için. Eğer tanrı yoksa onu “icat etmek gerekir”. Adalet yoksa onu da. Ama Dostoyevski eserlerinde sürekli tekrarlanan bu talep romanın kahramanları tarafından nedense hep Fransızca olarak telaffuz edilir. Neden?

Dostoyevski’den hep alıntılanan bir cümle: “eğer Tanrı yoksa her şey mubah”. Oysa bunun çok sayıda değişkenini de bulabilirsiniz orada: “eğer tanrı öldüyse benim yüzbaşılık apoletlerim ne işe yarayacak peki?” (Ecinniler) Dostoyevski’de ikinci tip sorgular ilkinden (ki sorgu değil önermedir bunlar) çok daha derin, dolayısıyla çok daha önemlidir. Nietzsche bize şunu gösterdiydi (ki sanıyorum Dostoyevski’den çok uzakta olmayan bir düşünme hali içinde başına geldi bu): Tanrı öldü. Ama ekledi. Onu siz öldürdünüz. Nasıl kalkacaksınız bakalım bu işin altından. Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubah” formülünün daha derininde “Tanrının öldürülmesi” yatıyor. Çünkü çok açık. Tanrı bir zamanlar varken şimdi yoksa ya olmuş olması, ya da öldürülmüş olması gerekir. Ama Ecinniler’de Tanrı’nın öldüğü düşüncesi ön plana çıkıyor –yokluğu değil. Tanrı hiç yoksa apoletlerim ve yüzbaşılık rütbem olmazdı. Ama Tanrı var idiyse ve şimdi artık öldüyse benim apoletlerim ve rütbem ne anlama gelir?

Bugün Dostoyevski ile başınızı ağrıtıyor, gözlerinizi yoruyorum ama bence buna değer: bu adamın toplumsal tipler yaratmakta Simmel’den bile daha başarılı olduğunu düşünüyorum artık. Ayrıca toplumsal tipler hem sosyolojik-psikolojik realiteler, hem de estetik-analitik kategoriler olduğu ölçüde benim epeydir uğraştığım Spinoza’nın esas antitezi olarak da ortaya çıkıyor. Ve bu antiteze gerçekten ihtiyaç duyuyorum. Heidegger “hala bir Tanrıya gücümüz yeter mi?” diye sormuştu. Spinoza felsefesi antidotsuz alınmaması gereken bir şey. Hiçbir özgürlük alanı bırakmıyor gibi görünüyor, ama salt felsefe yapmakta alabildiğine özgür. Oysa Dostoyevski’de bulacağınız hiçbir iddiayı önce Spinoza’da bulamaz değilsiniz. Dostoyevski (sonra belki de Simmel) –insan olarak sonluluğumuzdan kurtulamayacağımız konusunda ısrar ediyorlar; oysa Spinoza eğer felsefe yapacaksak her şeye Tanrının gözüyle bakmamız gerektiğini söyleyecek kadar umutluydu. Spinoza güç derecelerinin toplamını görmek istiyordu (bu Tanrıdır). Dostoyevski ve “modernlik” ise Tanrı yokken güç derecelerinin ne menem bir şey olabileceğini tartışıyor –ve bunu tartışmanın en iyi yolu edebiyattır artık, felsefe değil.

Lacan Dostoyevski’nin “eğer Tanrı yoksa her şey mubah”ını tersine çevirdi –“eğer Tanrı yoksa her şey yasak”. Çünkü eğer bir “temel gösteren” artık yoksa o zaman dünyayı şöyle yaşamaya başlamanın önü açılıyor –kahve için ama sağlığa zararlı = kafeinsiz kafein… Seks yapın elbette, çünkü her şey mubah, ama dikkat edin, çünkü AIDS. Yiyin, ama dikkat edin, çünkü yağ ve kolesterol var.

Her şey Spinoza’nın doğal felsefesinden kurtulmak üzere modern çağların yediği haltların toplamını gösteriyor. Spinoza diyordu ki, ilkel olduğumuz ve çocuklar gibi kendi hallerimizi yönetmeye muktedir olmadığımız ölçüde emirlerle güdülürüz. Bu bir “performatifler yasasıdır”. Adem elmayı yemenin kendine zarar vereceğini bilecek durumda değildir, bu yüzden Tanrı ona elmayı yemeyi “yasaklamak” zorunda kalır. Ama kapitalizmin “rasyonalitesi” para getirecek herhangi bir şeyi yasaklamak istemeyeceğinden, eğer kendime mazoşistik bir işkence çektirmek istersem, üzerinde “do not use for…” gibisinden bir etiket basılı bir kırbacı üretip bana satacaktır.

Dostoyevski, Spinoza, Nietzsche, Lacan hep aynı şeyleri söylüyorlar. Ve farklı dönemlerde, farklı anlarda dünyanın bu düşünme tarzlarını gerektirme tarzlarının o muazzam çeşitliliğinin bütün bu bakış açılarından çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Stalker, 1979
Sanırım şöyle bir durum var ultra-kapitalizmde. Richard Gere’in oynadığı şu bombok filmde olduğu gibi (affedersiniz) kıçınıza bir fare sokarsınız –çünkü sapkınsınızdır ve başka türlü olmanızın da pek imkanı yoktur. Ama o arada Richard Gere büyük bir hata yaparak, içini kemirmeye başlayan (bu bir süre zevk sonra da acı veren bir durumdur) fareyi acının ilk anında can havliyle dışarı çeker: sonuç –kuyruk kopar, fare içeride kalır (örneğin aşırılığı kendi gücünün parçasıdır, bu yüzden kusura bakmayın).

Ama derim ki “her şey mubah” ve “her şey yasak”. İkisi aynı şey. Dostoyevski’nin “mubah”ı göstermek için Tanrının yokluğuna başvurduğu gibi, Lacan da “yasağın yokluğu”na başvuruyordu. Bir romancı değil bir göstergebilimci olduğu için –tıpkı Spinoza’nın bir zamanlar yaptığı gibi– rahatça şunu diyebilirdi: yasak yok, her şey mubah, demek ki Tanrı yok. Tıpkı Godard’ın o eğlenceli ve tuhaf Cogito’su gibi: “demek ki ölmemişim, çünkü bütün hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmedi.”

Leibniz denen adam ise biliyordu ki ister Tanrının yokluğuna, ister varlığına sığının aynı duruma düşersiniz: varsa şu, yoksa bu. Her iki durum da mubahtır. Biliyoruz şeyler var. Sezar Rubikon ırmağını geçti ve Galya’yi işgal etti. Bu olay hep var ve olacak –yani her tarih kitabında varsayılacak. Ama onun Rubikon ırmağını geçmemesi de mümkündü –ve bu durumda olmamış, harcanmış koskoca bir dünyalar sonsuzluğu var demektir. Bütün bunlar tek bir bireyde ancak bir Dostoyevski romanında birleştirilebilir. Sezar’ın Rubikon’u geçtiği rahatça kabul edilebilir –mümkündü, çünkü oldubitti. Ama daha derin bir soru doğmuyor mu bundan: Tanrı mümkün müdür? Ve bu soruya ayni tipten bir cevap verebilir miyiz?

Dostoyevski bence “Tanrı olmasaydı” sorusunu “her şey mubah olurdu” cevabını vermeden soramazdı. Başka bir deyişle cevap sorudan önce geliyor –ve biz o zaman buna soru değil, problem, sorun filan diyoruz. Sorun Şudur: her şeyin mubah olduğu bu dünya nedir? Hangi şartlarda tesis edilmiştir? . Ve biliriz ki mubah basitçe “yasaklanmamış olan şey” değildir. Yasağın henüz dokunmadığı şeydir. Ya da daha derinden, “yasaklamanın” da “yasaklanması” gereken bir hayat yoludur. Başka bir deyişle her şeyin mubah olduğu bir dünya Tanrıyı öldürmüş olmak zorundadır. Öldürmezse bazı şeylerin mubah olduğunu bize sürekli olarak hatırlatmak, vaaz etmek zorunda olan bir Tanrıya ihtiyaç duyuyoruz demektir. Tanrı dildeki emir kipinin ötesinde bir varlığa sahip olma ihtiyacında değil. Ve emir vermek için var olmak ihtiyacını bile duymuyor. O “transandantal” bir imaj ve görünmesi bile gerekmiyor. Yani Kant’ın dediği gibi onu ancak içinizden buyruk veren şey olarak tanıyorsunuz.
Zerkalo’nun (1975) afişi.
Ama bütün bunları birtakım toplumsal tiplere tartıştırmak işte tam da Dostoyevski’nin dehasıydı. Onun karşısında Spinoza’ya kendi nedenlerimle hak veririm –ama çok da karşıt olduklarını düşünmüyorum bazılarının aksine. “apoletlerim neye yarar o halde” diye soran bir adam orada mümkün kılınmıştır. Spinoza da hep bu tür şeyleri somut olarak sorup duruyordu: neden veya nasıl Tanrı kadar büyük bir kavram ile apolet kadar saçma sapan bir şey arasında bu kadar sıkı fıkı bir bağ oluyor?

Ek:

Dostoyevski’den bahsetmek zorunda kalmıştım –biraz daha ötesiyle devam ediyorum: (ve diyelim ki bu Rus insanını biraz da kaderini paylaşarak daha iyi tanıma şansım oldu) –bu mesele Fyodor Dostoyevski’nin Bratya Karamazovyi (Karamazovgiller) adlı romanında Dmitryi’ye söyletilen bir cümlede hazır bulunur: neden acaba bütün Ruslar filozofturlar, ve bu içlerine işlemiştir? Çok tuhaf bir durum, çünkü benim bildiğim Vladimir Solovyov dışında Rusya herhangi bir sistematik filozof yetiştirmemiştir –çünkü bence buna zaten ihtiyacı yoktur ve yazarları eleştirmenleri düşünme gücünün belli bir miktarını ayakta tutmaya yetip artmışlardır bile.

Ama şimdi inanırım artık –Ruslar yalnızca Dostoyevski’nin söylediği gibi filozof olmakla kalmadılar, aynı zamanda felsefi bir projeyi hayata geçirmeye kalkışan tek tarihsel uygarlığı oluşturdular. Projenin kendisinin önemi (Marksizm veya başka bir şey) apayrı bir konudur –mesele daha çok felsefeyi bu kadar ciddiye almaktır ve bu Rus Devrimine kadar varabilmiş bir süreçte gerçekleşmiş bulunuyor. Sonrasını hiç sormayın, çünkü buna cevap vermekle uğraşmak zorunda değilim…

Ama Sovyetler deneyimi totaliter değil (Hannah Arendt’in ve takipçilerinin sandığının aksine) bambaşka türden bir totallik ve saflık taşır. Marksizm okunur ve devrim “uygulanır” –ve bu Anglo-Sakson dünyadakinden çok farklı bir “pragmatizm” türüdür. Tarih bir “bakalım görelim” sürecine hemencecik dönüşebilir. Anglo-Sakson pragmatizmi ise bir nevi ikiyüzlülüğü hep korumuş olan burjuva ideolojisine denk düşer. O bir felsefedir ve her “doğrunun” faydaya ve iş görmeye dayanması gerektiğini kabul ederken de öyle kalır: yani bir felsefe. Kimse önerilmiş bir felsefeyi uygulamaya geçirmeye kalkışmayacaktır, çünkü İngiliz-Amerikan pragmatizminin doğası zaten yapılıp edilmekte olan işlerin bir dökümüyle, giderek meşrulaştırılmasıyla sınırlanmış bir haldedir. Yalnız Rus pragmatizmi böyle bir şeyi göze almıştır –bir felsefe mi var, tamam uygulayalım bakalım…

Karikatürize ettiğimi düşünebilirsiniz –asla öyle değil. Yalnızca Sovyetler Birliği’nde felsefe her türlü ekonomik, siyasi ve kültürel faaliyetin temeli ve yönlendirici ilkesi olarak kabul edilmiştir. Bu felsefenin oldukça özetlenmiş ve kötüye kullanılmış bir Marksizm-Leninizm olması bence burada tartışmakta olduğum konu açısından o kadar önemli değil. Daha doğrusu, 19. yüzyıldan beri Rusya’da yeşeren felsefi kültürün niteliğine uygun olan şeyleri Sovyetik deneyimden, baskılardan, perseküsyondan filan ayıklayıp bir kavram haline getirmeye çabaladığımızda orada işte bahsettiğim bu tuhaf pragmatizmin ta kendisini buluruz. Ve Dostoyevski’den Sokurov’a bu pragmatizm ilginç bir yaşam sürdürmüş, biricik bir deneyim oluşturmuş gibidir.

Rus aydını (ki “intelligentsia” terimine bir somutluk kazandırmıştır) Berdyayev’in gösterdiği gibi kendine mahsus bir insan türüdür –ve bu “kendine mahsusluk” bütün Ondokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatının her köşesinde belirir. Mesela Solovyov anarşist-nihilist olarak başladığı felsefi hayatını mutlak ortodoks bir dindarlığın –yani argümanları en uca kadar götürülmüş bir dinselliğin– doruğunda tamamlayacaktır. Ruslar önlerinde felsefenin Batılı bir versiyonunu görmeye dayanamıyorlardı: hep bir hic et nunc’un, burada ve şimdinin iğvasına kapılıyorlardı. Belki de bu yüzden “tamam artık Sovyetler faslını kapatıp şu kapitalizmi de deneyelim bakalım” tipinden bir davranışa girmelerinin nedeni de budur. Lenin’in yazıları ve eylemleri tam manasıyla bir “deneysel devrim teorisi” oluşturur. Bu yüzden onu yüzyıl sonra hala alıntılayıp duran bir “sol literatüre” ve “pratiğe” çok fazla burun kıvıramıyoruz. Neçayev’den Şestov’a Rus felsefesi (ki teknik bakımdan Batıdakinden çok geridedir) büyük Rus edebiyatının yanında biricik bir çizgi oluşturur; ince, kırılgan, ama bir bakıma çok güçlü, Mesianik bir çizgi. Descartesçı mısınız, o halde hemen gidip uygulayalım… Descartes’ın neyini uygulayacaksınız? Hemen ruhsal dünyayı cismani dünyadan koparalım, bakalım ne oluyor. Batıda yüzyıllardır okunan Descartes felsefesi asla böyle bir girişimi Fransa’da ya da başka bir yerde uygulamaya koymaya kalkmış değildir. Batı metafiziği söyler, uygulanır, ama uygulanmaya “adanmış” değildir. Yalnızca (Nietzsche’nin deyimiyle) bazı “kuyrukluyıldızlar”, Spinoza ve Nietzsche felsefelerini hayatlarının bir ölçüsü ve ritmi haline getirmeyi başardılar –ki bunlar Deleuze’ün deyişiyle “kamusal” değil “özel” filozoflardı.

Bu aynı zamanda Dostoyevski’nin “her şey mübah” formülünün zorunlu bir uzantısıdır. Rus anarşizmi, “her şey mübah ise o halde yapalım” diyen bir tavırdır. Oysa hala bir Alman olan Nietzsche şu entellektüel-ahlaki anekdotu hala sürdürüyordu: Tanrı Öldü, Onu Siz öldürdünüz; nasıl arınacaksınız bu kandan bakalım.

Tarkovski veya Eisenstein seyredenler hemen hissedebilirler ki yukarıda bahsettiğim “somutlaştırıcı ruh” bir Poltergeist gibi her an iş başındadır ve izin verildikçe yolunu bulur… Bu izin kurumsallaştığı andan itibaren –diyelim ki Stalin döneminde– Sovyet projesi çöküşüne zaten girmişti. Benim bildiğim 1960’lı yıllarda o güzelim Leningrad’ın bile gri üstüne gri bir hayatı şenlendirmeyi başaramadığıdır. Ve bu şenlendirmeyi ancak (a) büyük Rus edebiyatı; (b) büyük Rus sineması başarabilmişti, ta ki yok edilene kadar. Bütün bunların Batıda alıştığımız “komünizm” projesiyle bir alakası yok. Olsa bile bambaşka bir tarzda ve bambaşka bir yoldan. Eisenstein’in tutkusal profili ancak komünist adanmışlığını hissedebildiğiniz ölçüde sizin için “şahane” bir eser haline gelebilir. Yoksa filmlerini anlamamışsınızdır. Dziga Vertov basitçe “makineler mi?” diye sormuştu –evet tamam, makineler, Taylorizm ve Stahanovizm: ama benim elimdeki kamera da bir makine –o halde ben de bir işçiyim, bir görüntü işçisi, bir iletişim işçisi. O halde “sinemanın özü” diye anlatılan şeyi hemen “uygulayalım”.
Ulus Baker

Entegre kapitalizm bir uygulama değil ve Marx’ın bir asır önceki sözünü doğrulamaktan başka bir şey yapmıyor: “kapitalizm pratikte gerçekleşmiş idealizmdir”. Pratikte gerçekleşmek. Rusların ruh haline başvurduğunuzda (ki Marx pek çok sayıda Rus devrimciyle tanışıktı, düşmanlıklar ve dostluklar kuruyordu onlarla) bu “pratikte gerçekleşmek” meselesinin oldukça karmaşık ve eş oranda hayati bir mesele olduğu anlaşılır. Kapitalizm bir idealizm ise demek ki bizimki değildir dersiniz hemen. Ama idealden önce gelen “pratik” pek dayanılabilecek bir durum değildir. İşte böyle bir şeye sadece ve sadece Rus filozofların, Solovyov’un, Lenin’in, Neçayev’in, Berdyayev’in, Kojeve’in katlanabildiklerini düşünüyorum…

Üstelik Kojeve gibi bir Rus, Almanya gibi soğuk nevale bir ülkede Husserl’den ders aldıktan sonra Hegel’in en iyi yorumcularından biri haline geldiği (diğeri de Rustu, yani Aleksandr Koyre) Fransa’da ikinci Dünya Savaşı ardından ve henüz Avrupa Birliği pek samimi bir şekilde telaffuz edilmezken bir Akdeniz Birliği önerebilmişti. Dünya entegrasyonu onun ütopyasıyla kurulsaydı elbette Wilson, Truman ve Marshall doktrinlerini takip ederek bugünkü hale gelemezdi. Belki daha az, belki daha çok acı çekiyor olurduk ama muhakkak ki bambaşka bir şey olurdu. Bu Rus düşünürlerini bütün Spinozacılığıma, onların bütün irrasyonelliğine rağmen kendime çok yakın buluyorum.

 Ulus Baker
Ad

A Separation,1,Adam Schaff,1,Adem ve Havva,1,Akra'da Bulunan Elyazması,1,Alain Badiou,4,Alain Resnais,1,Alan Woods,1,Albert Camus,17,Albert Einstein,4,Alejandro González Iñárritu,1,Alenka Zupančič,1,Alexander Supertramp,1,Alfred Hitchcock,4,Alıntı,1,Ali Rahimli,4,Allen Ginsberg,5,Amin Maalouf,1,Anarşi,2,André Breton,1,Andrey Tarkovski,7,Ani Gezinti,1,Anton Çehov,2,Antonin Artaud,1,Anubis,1,Aristoteles,1,Arthur Danto,1,Arthur Rosenberg,1,Arthur Schopenhauer,2,Arundhati Roy,1,Asghar Farhadi,3,Attila İlhan,1,Aynadaki Gibi,1,AzBlog,14,Aziz Nesin,2,Babaya Mektup,1,Beat Kuşağı,17,Belgesel,5,Belinski,1,Bertolt Brecht,3,Bertrand Russell,1,Bilim,10,Billie Holiday,1,Biyografya,22,Björk,1,Bob Black,1,Bob Dylan,1,Bozkırkurdu,1,Böyle Buyurdu Zerdüşt,1,Breaking Bad,1,Bulantı,1,Bülent Ortaçgil,2,Büyülenme,1,Camera Lucida,1,Can Yücel,2,Cemal Süreya,1,Charles Baudelaire,2,Charles Bukowski,6,Charles Dickens,1,Charlie Chaplin,2,Charlie Parker,1,Christfried Tögel,1,Christine Bard,1,Christopher McCandless,1,Christopher Nolan,1,Chuck Palahniuk,3,Çarlz Bukovski,1,Çavdar Tarlasında Çocuklar,1,Dallas Buyers Club,1,Damon Albarn,1,Daniel Goleman,1,Dava,1,David Gilmour,1,Demian,1,Desiderius Erasmus,1,Didier Lauru,1,Dieter Forte,1,Djivan Gasparyan,1,Dominique Laporte,1,Dostluk Bağları ve Dostluk,1,Dostoyevski,16,Dönüşüm,1,Edebiyyat,140,Edgar Allan Poe,1,Eduardo Galeano,1,Eflâtun,1,Ejderhaların Danssı,1,Elias Canetti,1,Elvis Presley,2,Emil Michel Cioran,1,Emma Goldman,1,Eric Clapton,1,Eric Hoffer,1,Erich Fromm,3,Ernest Hemingway,2,Estela Welldon,1,Ethan Coen,2,Əkrəm Əylisli,1,Feature,20,Félix Guattari,1,Felsefe,93,Ferman Toroslar,1,Fernando Pessoa,1,Film,68,Franz Kafka,25,Freddie Mercury,1,Friedrich Engels,1,Friedrich Nietzsche,19,Füruğ Ferruhzad,1,Gabriel Garcia Marquez,1,Gabriel García Márquez,2,Galileo,2,Gemeinschaft,1,George Carlin,1,George Martin,1,George Orwell,1,Georges Canguilhem,1,Georges Perec,1,Gerçeklik açısından Kafka,1,Gilles Deleuze,5,Goethe,1,Gogol,4,Guguk Kuşu,1,Gustav Janouch,1,Guy Fawkes,1,Hakim Bey,1,Harriet Lerner,1,Hegel,2,Heinrich Böll,1,Hermann Broch,1,Hermann Hesse,5,Herta Müller,1,Hrant Dink,1,Iain Menzies Banks,1,Immanuel Kant,1,Ingeborg Bachmann,1,Ingmar Bergman,6,Inside Llewyn Davis,1,Italo Calvino,2,İran,1,İtalo Calvino,1,J. D. Salinger,2,Jack Kerouac,8,Jacques Brel,1,Jacques Lacan,13,Jacques Vergès,1,James Hawes,1,James Joyce,1,Jan Pol Sartr,1,Jason McQuinn,1,Jean Baudrillard,1,Jean Cocteau,1,Jean-Paul Sartre,10,Jehane Noujaim,1,Jenn Ashworth,1,Jiddu Krishnamurti,2,Jimi Hendrix,1,Joel Coen,2,John Berger,1,John Fante,2,John Lennon,5,John Steinbeck,4,Jorge Luis Borges,1,Jose Saramago,1,Joseph Conrad,1,Judith Butler,1,Juliet Mitchell,1,Julio Cortázar,1,Kaos'un Gizli Yaşam,1,Karamazov Kardeşler,2,Karl Marx,8,Kaybedenler Klübü,1,Ken Kesey,1,Kırmızı Pazartesi,1,Korkma Ben Varım,1,Kumarbaz,1,Kürk Mantolu Madonna,1,La Casa De Papel,1,Lady with Ermine,1,Lars von Trier,8,Laura Nyro,1,Leonard Cohen,1,Leonard Da Vinci,1,Lev Tolstoy,5,Lev Troçki,2,Linda Lee,1,Maksim Gorki,2,Malina,1,Marie Curie,1,Marilyn Manson,1,Marilyn Monroe,1,Mario Leis,1,Marlon Brando,1,Marqius de Sade,2,Martı Jonathan Livingston,1,Martin Heidegger,2,Maurice Blanchot,2,Max Stirner,15,Mental Pornografi Blog,2,Meqale,175,Michael De Montaigne,1,Michel Foucault,6,Mike Leigh,1,Milan Kundera,1,Miles Davis,1,Milgram,1,Milgram deneyi,1,Mohsen Namjoo,3,Monique Wittig,1,Morrisse,1,Murat Menteş,1,Mustafa Kemal Atatürk,1,Muzik,37,Neal Cassady,2,ngmar Bergman,1,Nick Cave,1,Nick Mason,1,Nikolay Gavriloviç Çernişevski,1,Nilgün Marmara,1,Noam Chomsky,2,Nostalghia,1,Notre Dame'ın Kamburu,1,Nuri Bilge Ceylan,2,Octavio Paz,1,Oğuz Atay,1,Ontolojik Anarşi,1,Onur Ünlü,2,Oscar Wilde,2,Osho,1,Oteki Ben,1,Ölüler Tanrısı,1,Ölüm Pornosu,1,Ömer Hayyam,1,Özdemir Asaf,1,Palyaço,1,Pantolonun Politik Tarihi,1,Patti Smith,1,Paul Lafargue,1,Paul McCartney,3,Paulo Coelho,2,Peter Kropotkin,2,Pierre Clastres,1,Pigme,1,Pink Floyd,2,Politika,1,Rachel Carson,1,Rachter'in Günlüğü,1,Rashit,1,Ray Davies,1,Rene Girard,1,René Wellek,1,Richard Bach,1,Richard Brautigan,1,Richard Dawkins,1,Richard Wagner,3,Richard Wright,1,Robert Musil,1,Roger Fornoff,1,Roger Garaudy,1,Roger Waters,2,Roman,9,Rose Laub Coser,1,Rus edebiyat,2,Ruth Sheppard,1,S. Reynolds & J. Press,1,Sabahattin Ali,2,Sait Faik,1,Salvador Dali,1,Samuel Beckett,4,Sasha Grey,1,Saul Newman,2,Sean Penn,1,Sırtımdaki Ev,1,Siddhartha,1,Sigmund Freud,19,Silence Spring,1,Simone de Beauvoir,6,Slavoj Zizek,6,Slavoj Žižek,15,slide,2,Sokrates,1,Soren Kierkegaard,1,Spinoza,1,SS,6,Stalker,1,Stephen Eric Bronner,1,Steve McQueen,1,Stranger,1,Suç ve Ceza,2,Supertramp,1,Sürgün,1,Şeyler,1,Tanrıya Karşı Söylev,1,Tarkovsky,5,Tek Bacaklı Yolcu,1,Teneke Trampet,1,The Beatles,4,The Butterfly Effect,1,The Rolling Stones,1,The Square,1,Theodor Adorno,4,Thomas Mann,1,Through a Glass Darkly,1,Tom Waits,2,Tomris Uyar,1,Tony Porter,1,Turan Dursun,2,Turgut Uyar,1,Ulua,1,Uluma,1,Ulus Baker,4,Umberto Eco,1,Utanç,1,V for Vendetta,1,Van Gogh,1,Victor Emil Frankl,1,Victor Hugo,1,Viktor Frankl,1,Vladimir Nabokov,2,Voltaire,1,Vsevolod İ. Pudovkin,1,Walter Benjamin,1,Wilhelm Reich,1,Will Durant,1,William S. Burroughs,2,William Shakespeare,1,Woody Allen,8,Xavier Dolan,1,Yabancı,1,Yad,1,Yolda,1,Yusif Vəzir Çəmənzəminli,1,Zeki Demirkubuz,3,Zen Kaçıkları,1,
ltr
item
Ali Rahimli: Bir Ulus Baker Yazısı: Dostoyevski ve Tarkovski
Bir Ulus Baker Yazısı: Dostoyevski ve Tarkovski
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtsRPlR0puZMcZnDxWWVy_52ILnq37iPM7F-tqJ8l5fCA5TSYvvE8XqTcaOlBEnn5_MKYZOTTMCHUsdl4mrsjT-UNyibKZBxqGkUFgXuhJo8sus8teWl-8XPBpQwK-v4JuRLqxrhSPIiGa/s640/ulus-baker-3-655x360.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtsRPlR0puZMcZnDxWWVy_52ILnq37iPM7F-tqJ8l5fCA5TSYvvE8XqTcaOlBEnn5_MKYZOTTMCHUsdl4mrsjT-UNyibKZBxqGkUFgXuhJo8sus8teWl-8XPBpQwK-v4JuRLqxrhSPIiGa/s72-c/ulus-baker-3-655x360.jpg
Ali Rahimli
https://alirahimli.blogspot.com/2015/07/bir-ulus-baker-yazs-dostoyevski-ve.html
https://alirahimli.blogspot.com/
https://alirahimli.blogspot.com/
https://alirahimli.blogspot.com/2015/07/bir-ulus-baker-yazs-dostoyevski-ve.html
true
8815050805795647263
UTF-8
Tüm Yazılar Yüklendi Hiç bir yazı bulunamadı HEPSİNİ GÖSTER DAHA FAZLA Cevapla Cevabı İptal Et Sil Tarafından Ana Sayfa Sayfalar İçerikler Hepsini Göster BU YAZIYA BENZER DİĞER YAZILAR ETİKET ARŞİV ARAMA BÜTÜN İÇERİKLER İsteğinizle eşleşme bulunamadı Ana Sayfaya Dön Sunday Monday Tuesday Wednesday Thursday Friday Saturday Sun Mon Tue Wed Thu Fri Sat January February March April May June July August September October November December Jan Feb Mar Apr May Jun Jul Aug Sep Oct Nov Dec just now 1 minute ago $$1$$ minutes ago 1 hour ago $$1$$ hours ago Yesterday $$1$$ days ago $$1$$ weeks ago more than 5 weeks ago Followers Follow THIS CONTENT IS PREMIUM Please share to unlock Copy All Code Select All Code All codes were copied to your clipboard Can not copy the codes / texts, please press [CTRL]+[C] (or CMD+C with Mac) to copy