Onur Ünlü “Bence sinema sanatıyla bir şey anlatılamaz. Sinema ona uygun değil. Çok büyük laflar etmeye uygun bir form değil. Neticede eğ...
Onur Ünlü |
Son yıllardaki Türkiye sineması (şaşırtıcı olmayacak şekilde) iki boyuta indirgenebilir: Sanat sineması ve popüler sinema. Bu ikisinin arasında kalan her şey ise izleyiciler tarafından “yenilikçi” bulunup kutsanmakta. Bunun son örneği televizyonda, sinemada yaptığı işleriyle Onur Ünlü.
Sinemasına dikkatli bakan biri hemen fark edebilir ki nasıl Ah Muhsin Ünlü mahlasıyla yazdığı şiirler Ece Ayhan, Ülkü Tamer, Cahit Zarifoğlu gibilerine aşina olanlar için yeni bir şey ifade etmiyorsa, sineması da Coenler, Bunuel, Kitano gibileriyle tanışıklık içinde olanlara yenilikçi bir şey ifade etmez. Filmlerini (Şubat, Leyla ile Mecnun, Deliyürek gibi dizilerini değil ) incelemeye başlamadan önce genel olarak sinemasındaki ilginç bir noktadan bahsedebiliriz. O da filmlerinin ara kültürel yapısıdır. Sanat sineması ve popüler sinemadan birine oturamamadan ziyade yüksek kültür ve popüler kültürün karışımıdır filmleri. Bu, yalnızca Ünlü’ye özgü değildir, içinde bulunduğu Afili Filintalar grubunun da ortaya koyduğu her işte bunun izlerini açıkça görebiliriz (Edebiyatta Murat Menteş, Emrah Serbes örnek verilebilir). Shakespeare’le Ferdi Tayfur, Tarantino’yla Camus, Marquez’le Bruce Lee eserlerin içinde el ele dolaşırlar. Dolayısıyla iki tarafın kitlesi içinde ortaya keyif alınabilecek bir şey çıkar. Sorun şuradadır ki bu sadece Türkiye’de bu grubun eserlerindeki kadar göze sokularak yapılır. Hollywood, veya Avrupa’daki popüler filmlerin çoğunun altını kazırsanız karşınıza yüksek kültürün kendisi çıkacaktır. Popüler kültürün baş tacı diyebileceğimiz Star Wars’un, Lord of the Rings’in esasında Oedipus olması gibi. Bundan dolayı, bu eylem (yüksek ve popüler kültürü harmanlama) iki kere yapılan bir kültürel aşağı çekmedir aslında. İkisini karıştırarak “ben hem bunu hem bunu biliyorum” demiş olur. Demek biraz hafif kalır aslında, seri bir şekilde yapılan göndermeler ile bu adeta haykırılır. Bu da bir sanat eserinden beklenilmeyecek kadar kibirli bir tavırdır.
Polis |
Diğer bir filmi Güneşin Oğlu, tıpkı ilk filmdeki gibi özensizliği ile dikkat çekmektedir. Ancak, bu sefer aynaya yansıyan kameraman, devamlılık hataları, kafa yorulmamış çekimler gibi mühim hatalar da belirir. Konusu itibariyle Polis’ten şüphesiz daha ilgi çekicidir. Yaratıcılık barındırır. Filmin kendini ve hikayesini çok da ciddiye almayan yapısı ise izlemeyi keyifli kılar. Bu açıdan Dublörün Dilemması kitabını hatırlatır hatta. Ancak, film bu noktada kendi tuzağına düşer. Vaaz vermeye başlar. Ünlü’den yukarıda yaptığım alıntıda kendisi sinemanın büyük laflar etmeye uygun bir form olmadığını söylüyordu. Bu teknik olarak doğrudur, sinemada biri çıkıp “Ne aşağılık şey şu insanoğlu!” dese ciddiye alınması çok zorlaşır. Zeki Demirkubuz’un Yeraltı’sı kaynak kitabının içerdiği tonlarca aforizmayı dışarıda bırakarak onları sinematografik bir dille anlatmayı çalışmıştır örneğin. Ya da Kieslowski’nin öldürme ve aşk üzerine filmleri “büyük laflar” eder ama duvarlara, twitter’a, tumblr’a yazamazsınız bunları. Farklı bir dille iletilmişlerdir size. Yani, sinema da büyük laflar etmeye uygun bir formdur aslında, nasıl yapılacağını bilmek gerekir yalnızca. Peki Ünlü ne yapıyor? Sanki bir kitaba yazarmışçasına bu kendini pek ciddiye almayan filmde fazla “ciddi büyük laflar” ediyor. Üstelik bunu karakterini kameraya baktırarak yaptırıyor. “İnsan çabuk sıkılan bir hayvan”mış. İçinde “En sevdiğin sanatçı kim? Zeki. Gördün mü sanat güneşi!” diye replik geçen, eğlence odaklı bir filmde bu ölçüde bir aforizmanın bulunması filmin samimiyetini sorgulatıyor.
Güneşin Oğlu |
Öyleyse bu mevzular herkesin anlayabileceği şekilde anlatılamaz mı? Anlatılır tabi. Ama o zaman duygulu bir şekilde pencereden baktığımız siyah beyaz fotoğrafların altına ne yazarız?
Film müzik kullanımı açısından Polis’ten geri kalmıyor. Ama bu sefer filmin temposu dolayısıyla daha oturaklı olduğu söylenebilir. Filmin bir sahnesi ise birazdan başka bir filminde daha detaylı inceleyeceğimiz bir konunun sanki ayak sesleridir: Bilginer’in canlandırdığı şair Alper Canan evine döner, karısına önceden dayak atmıştır, ona bakarken telefonu 10. yıl marşı şeklinde çalar. Tıpkı felsefi vaazları gibi bu sefer de “şuna da bir laf çakayım” demekten kendini alamamış gibidir Ünlü.
Kendinizi sürekli bir poşet kahve veya beyaz eşya reklamında hissettiğiniz başka bir filmi Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi aslında Polis filmiyle epey yakındır. Laik burjuva, Kemalizm eleştirisi iki filmde de benzer -hatta aynı- motiflerle kendine yer bulur. Kendisinden çokça küçük birine aşık olan adam, eve gelince yapılan doğum günü kutlaması, aile kurumunun kendi içindeki çatlakları…
Yalnızca belli bir elit kesime yapılan saldırılar vardır. Bu yüzden de filmde çatışma yoktur. Örneğin bir köşe yazısı düşünün, herhangi bir güruha karşı durmadan “onlar şöyle, bunlar böyle” desin ancak hiçbir zaman bunların nedenlerini araştırmaya yeltenmesin, sadece onlar hakkındaki fikirlerini, duygularını coşkulu bir üslupla dile getirsin. İşte böyle bir filmdir Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi, bir derinliği yoktur. Oysa eleştirdiği kesime temeli sağlam bir eleştiri getirecek olsaydı, yapacağı ilk iş zaten çizdiği kısır, “ahlaksız”dan başka tanımın uygun görülmediği aile portföyünü genişletip onu bir Türkiye minyatürüne dönüştürmek olurdu. Orhan Pamuk’un Sessiz Ev ve Kar romanları, Bunuel’in Burjuvazinin Gizli Çekiciliği filmi bunun (minyatürleştirme tekniğinin) başarılı örnekleridir. Kar’da ufak bir Türkiye olarak karşımıza Kars çıkar. Ka’nın karşılaştığı kişiler döneminin inanışlarının, siyasal hareketlerinin küçük birer temsilidirler. Bunuel’de ise yemek masasının müdavimleri diplomasiden askeriyeye, militan Maocusundan tiyatro aktörlerine çeşitlilik gösterir. Başka bir deyişle eleştiriden payını almayan kalmaz. Ünlü’de benzer bir çeşitliliği bulmak oldukça zordur. Herhalde bunu ararsak ilk fark edeceğimiz filmin gösterime girdiği sırada ülkeyi dokuz yıldır yönetmekte olan anlayışın o çok parlak dünyada yerinin olmadığıdır.
Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayes |
Yine anlamsız olaylar zincirinde sinema hakkında dediğine uymayan Ünlü bu sefer karakterine tirat attırıyor. (İki filmde de bu iş Bülent Emin Yarar’a düşmüş). “Allah kadar yalnızsınız” dedirtiyor. Bunuel’in yemek masasına bir anda birinin geldiğini “siz çok ikiyüzlünüz” dediğini düşünün. Böyle bir şey olsa herhalde ilk aklımıza gelen Bunuel’in bunu sinematografik yöntemlerle yeteri kadar söylemeyi başaramadığı ve kolaya kaçıp karakterine söylettiği olurdu.
Ünlü’nün bu filmdeki en büyük eksiği (şüphesiz bu filmin gerçekle bağlantı kurması bakımından da bir eksiktir) burjuvayı yalnızca laik-Kemalist olarak kabul etmesinde. Hikaye bu kesimin çoğunlukta olduğu bir şehirde geçiyor (emin olmamakla beraber Eskişehir tahmini yapılabilir), üniversite rektörünün elitlerle işbirliğinin altı çiziliyor. Kamerasını filmin sinopsisinde yazdığı gibi gerçekten bir “taşra” şehrine çevirseydi belki de rektörün işbirlikçilik yaptığı kişilerin filmdekilerden pek farklı kimseler olduğunu görebilirdik.
Sen Aydınlatırsın Geceyi |
İtirazım Var, en güncel filmi. Bir imam camide işlenen bir cinayeti çözmeye çalışıyor. Karakteri G.K. Chesterton’ın papaz-detektifi Peder Brown’un yerli bir yansıması. Chesterton’dan daha çeşnili olması için birtakım özellikler karaktere düz anlamıyla “yüklenmiş” durumda. Bu işlemin senaryo yazım tekniğinden ziyade Matrix’te insanlara kasetle kung-fu öğreten bilgisayarı hatırlattığını belirmek gerek.
Filmin senaristlerinden Sırrı Süreyya Önder’in Onur Ünlü’yle beraber verdiği bir röportajda şöyle bir demeci var: “Dramaturji eşittir çatışma, çatışma eşittir engel. Siz karakterin önüne bir çok engel koyarsınız ve hiç merhamet etmeden bu engeller ile nasıl boğuşacağını izlemeye başlarsınız. Boğuşmasına alan açarsınız. Sonra o karakter karton veya naylon değilse, hayattan besleniyorsa yürür gider. Bizim sinemamızın en büyük arızasıdır. Herkes yarattığı karaktere merhametle yaklaşır. Dostoyevski böyle yapmaz mesela.”
İtirazım var |
Sonuç olarak Onur Ünlü sineması Türkiye’de çığır açan bir sinema değildir. Kültleşecek filmleri olduğu doğrudur. Zira, kültleşmesi seyirciye bağlıdır. Seyircinin yaptığı her işin de doğru düzgün olduğundan da pek söz edemeyiz. Fakat, kendine Beckett okuyup Müslüm Gürses dinleyen yeni bir entelektüel kitle yaratması bakımından ilgiyi hak eden, teknik gaflarından kurtulduğunda iyi işler ortaya koyabilecek bir sinemadır. Kitlesinin yaptığı her işin başyapıt ilan etmesininse başkalarını soğutan bir etken olduğunu eklemem gerekir. Ya da eleştirmenleri fazla eleştirmekle suçlamalarının. Ancak bunun gibi kamburlar atıldıktan sonradır ki Onur Ünlü’nün parıltılı ve trajik sineması gerçek boyutlarında ele alınabilir; iyi ve kötü işleriyle bu kabiliyet tarihte olduğu yere konulabilir.
Yağız Ay