Metafizik idealizm, doğaüstünü öngörür. Bu alan maddenin üzerinde bir “olkunma-yaratılma” edimini kabul eder. Yaratıcı sözkonusu olduğunda...
Metafizik idealizm, doğaüstünü öngörür. Bu alan maddenin üzerinde bir “olkunma-yaratılma” edimini kabul eder. Yaratıcı sözkonusu olduğunda, doğanın yasaları ve maddenin varlığı, yaratanın kurallarına tabidir. Yaratıcı, madde ve türevi olan varlıklar ve şeyleri bugün var olduğu biçimiyle yarattığından, bu metafizik alan statik, yani durağan ve değişmeyen bir evreni oluşturmaktadır. Kısacası, maddenin varlığının ve özelliklerinin sınanamadığı, yani bilimin değil, inancın kapsamına giren bir alan olarak belirginleşir.
Bu bakımdan hem inancın, hem de dinlerin misyon olarak işi giderek zorlaşmaktadır. Deneyim ve bilgiden, bilimi üretmeye doğru, sürekli-sıçramalı bir macera izleyen insanlığın gelişim tarihi, statik bir evrenden ziyade, sürekli maddi değişim içinde olan bir evren gözlem ve deneyimine eriştikçe ve adının “evrim” olduğunu öğrendikçe, dinsel inançlar ve kurumlar, meşruiyet alanı olarak bilimle uzlaşmayı ve içeriden onu ele geçirmeyi yeni hedef haline getirmektedir.
“Akıllı tasarım”, bu anlamıyla, işte yeni retoriktir. “Akıllı tasarım” kavramsal ve haklı olarak sorgulanabilmiştir. Evrim felsefesi üzerine verilen tebliğlerde de yer aldığı üzere, “tasarım” ın akılsızı veya aptalı olamayacağına göre, kavramın “zeki tasarım” olması gerekmektedir.
Maddi evrenin gelişim dinamiklerinin anlaşılma gayreti, bilimin konusu olmaktan çıkarılırsa, isteyen, istediği bir biçimde ki varlık nedenine inanabilir. Bu anlamda, bu kurgunun içinde akıllı-zeki bir tasarım ve/veya tasarımcı da bulunabilir. Ancak bu bilimin konusu değildir. Hele bilimin, dinsel inançlarla uzlaşma sorunu hiç değildir.
Bilimin, kavram olarak maddeye, evrene ve insana ilişkin var olanla ve onların kaotik nedenselleğinin bir meşruiyet alanı olması bağlamında, teolojinin ve akıllı tasarımcılığın da bu alan içinde kendisine bir yer açma ve yeniden var olma gayretini tetiklenmektedir.
Bu toplantı işte bu kritik ayırımı somutlamış ve kendi yerine oturması gereken alanı, bir kez daha o mekana oturtmuştur. Bu pencere bir defa daha özetlenecek olursa; evrim, maddenin süreklilik, değişim ve uyumunu (adaptasyon) içeren bir süreçtir. Yoksa, doğaüstü güç ve yaratımla ilgili sınanamayacak referansların, meşguliyet alanı değildir.
Akıllı tasarım ve tasarımcılara pekçok soru sorulabilir. Örnek olsun, sorum şudur:
Yaratılış düşüncesinde, insanın ana-atası olan Adem’le, Havva’nın göbek deliği var mı dır?; yok mu dur?..
Yanıt belirsiz, rivayet muhtelif, hikaye karışıktır. Kimin, kimin kaburga kemiğinden yaratıldığından bağımsız olarak, Adem ve Havva, Cennet Bahçelerinden ilk günahı işleyip kovulmadan önce, semavi dinlerden Hıristiyan ikonografisine göre resmedildiklerinde, her nedense hep göbek deliği ile gösterilmişlerdir. Kilise ressamları, anamız ve babamızı, kilise kubbelerine göbek deliği ile işlemişlerdir. Tabii bu sorunumuz olmamakla birlikte, nedeni olsa olsa vahyin konusu olsa gerekir. Ama vahiy de bu biçimdeyse, ortaya çetrefil başka bir konu çıkmaktadır. Öyleyse, Havva ve Adem’in anası ve babası kim oladır? Yoksa akıllı tasarım, bir fıkra, insanlara yapılan bir şaka mıdır?
Haydi, konuyu burada kesmeyelim, yola devam edelim...
Göbek deliksiz Havva Anamız ile, göbek deliksiz Adem Babamızın dünyaya avdetlerinden sonra, kitaplara göre insan soyunun oluşumu ile görevli kılınmış oldukları bilinir. Yani insaoğlu bu ayrı cinsiyetli iki atadan biyolojik süreç olan “üreme” ile çoğalacaklardır...
Nitekim, öyle de olmuş olsa gerek ki, yaratılışın bütün yazılı kayıtları, ilk ademoğulları olan Habil ile Kabil’den söz eder. Hani ilk günahdan sonra, birbirinin katili olan “abi” soyundan...
Habil ve Kabil, Adem’den gebe kalan Havva’nın karnında (yer uterustur; ama halk ağzı tercih edilmiştir) ikamet ederken, gelişim süreçlerini doldurmak için maternal dolaşıma ve göbek kordonuna ihtiyaç duymuşlardır. Doğumlarında göbek bağları kesildiğinde de, onların da nur topu gibi “göbek delikleri” olmuştur. Kısacası, insan oğullları durup, dururken yeni bir yaratılmaya sıçramış, yani evrilmişlerdir...
Burada derin nefes almak gerekir. Başlangıçta da, bugün kü haliyle yaratılan insan için, herhal tasarımın yeni aşaması, böyle evrimci tasarlanmış olsa gerektir...
Hikayenin, karanlıkları bitip tükenmez... Ana-atamızın, insanoğulları bilinir de, insan kızlarından bahis yoktur. Yani soyun devamlılığı açısından cinsiyet farklılaşması nereden ve nasıl sağlanmıştır. Ola ki, Havva ve Adem’in kitaba, kayda geçmemiş kızları da olmuşsa bile, yoksa insan soyu kardeş çiftleşmesinden mi olunmuştur. Olmadı ise, Havva Anamıza düşen yeni misyon ve faaliyetleri düşünmek bile akla zarar ve abesle iştigal konusudur... Bunlar, tasarımın “karanlık bölge” basamak, ya da alanlarını oluşturmaktadır...
Son söz, tasarımcının, tasarımı ile maddenin ve evrenin yaratılmasından bu yana ölçümlere göre yaklaşık 15 milyar yıl geçmiştir. Dünyanın bu evrende vaziyet alması ise, 4,5 milyar yıl öncesine giderken, yerin, göğün ve herşeyin yaratımına ilişkin dini referanslar, kitaplara göre beşbin seneliktir. Ve sorum da, bu ne menem iştir?
Bu lafları geçiyorum ve sona geldiğimi ilan ediyorum...
İlker Belek, 16 Mart’ta konu ile ilgili bir makale yazdı (1). Ben de, ondan izin ve alıntıyla bu sayfayı kapatıyorum.
“İdealizmin diyalektiğin gücünü kabul etmesinin nedeni, değişimin herkes tarafından gözlenebilir kesinlikte pek çok örneğinin bulunmasıdır... Nesnel idealizm, bilimin görevini, tanrının gücünün göstergesi olan değişimin kodlarının çözülmesi olarak tanımlar... Buradan nesnel idealizmin en büyük ayak oyunu ortaya çıkar: Darvin teorisiyle yaradılış inancını aynı düzeye yerleştirmek...
Maddenin tanrı tarafından yaratıldığını ileri sürmek bilimle değil inanç düzlemiyle ilişkilidir. Araştırılamaz, sınanamaz düşünceler bilime değil, inanca ilişkindir. “Madde yaratılmıştır” demek araştırmayı ve aklı inkarla eş anlamlıdır. Her şeyi yaratan tanrı ise ve tanrı her şeye kadirse, kullarının O'nun kurallarını araştırmaları zaten beyhude ve üstelik yasak bir çabadır. İnançların o nedenle tez gibi dile getirilmesine bilim dünyasında izin verilemez. İnançları olanlar, inançlarını kendileri ve tanrıları arasındaki dünyaya saklamalıdırlar. Orada sınırlı kaldıkları sürece ne bir başkasını, ne bilim dünyasını ilgilendirirler ve bu nedenle de o bağlamı içinde “saygı”yı hak ederler.
Ancak inanç o sınırlı ve özel düzleminden çıkarılıp toplumsallaştırılmaya kalkıldığında başkalarının özel dünyasını ihlal etmeye, bilimin objektif yöntemini yasaklamaya başlamış olur...Bütün bunlara rağmen, metafizik idealizm kaçınılmaz olarak dünya işlerine idealist yöntemlerle karışacak, bilim dünyasında geri çektiği metafiziğini gündelik olaylar söz konusu olduğunda toplumsallaştırmaya çalışacaktır. Çünkü inanç tanrı ile kul arasındaki özel bir ilişki olsa bile, inanca konu olan düzenlemeler herkesi bağlayıcı olarak görülürler...O nedenle, yaşamı sekülerleştirmenin yolu, esasta bilimsel çalışmaların değil, siyasal mücadelenin konusudur...”
Nurettin Abacıoğlu
Bu bakımdan hem inancın, hem de dinlerin misyon olarak işi giderek zorlaşmaktadır. Deneyim ve bilgiden, bilimi üretmeye doğru, sürekli-sıçramalı bir macera izleyen insanlığın gelişim tarihi, statik bir evrenden ziyade, sürekli maddi değişim içinde olan bir evren gözlem ve deneyimine eriştikçe ve adının “evrim” olduğunu öğrendikçe, dinsel inançlar ve kurumlar, meşruiyet alanı olarak bilimle uzlaşmayı ve içeriden onu ele geçirmeyi yeni hedef haline getirmektedir.
“Akıllı tasarım”, bu anlamıyla, işte yeni retoriktir. “Akıllı tasarım” kavramsal ve haklı olarak sorgulanabilmiştir. Evrim felsefesi üzerine verilen tebliğlerde de yer aldığı üzere, “tasarım” ın akılsızı veya aptalı olamayacağına göre, kavramın “zeki tasarım” olması gerekmektedir.
Maddi evrenin gelişim dinamiklerinin anlaşılma gayreti, bilimin konusu olmaktan çıkarılırsa, isteyen, istediği bir biçimde ki varlık nedenine inanabilir. Bu anlamda, bu kurgunun içinde akıllı-zeki bir tasarım ve/veya tasarımcı da bulunabilir. Ancak bu bilimin konusu değildir. Hele bilimin, dinsel inançlarla uzlaşma sorunu hiç değildir.
Bilimin, kavram olarak maddeye, evrene ve insana ilişkin var olanla ve onların kaotik nedenselleğinin bir meşruiyet alanı olması bağlamında, teolojinin ve akıllı tasarımcılığın da bu alan içinde kendisine bir yer açma ve yeniden var olma gayretini tetiklenmektedir.
Bu toplantı işte bu kritik ayırımı somutlamış ve kendi yerine oturması gereken alanı, bir kez daha o mekana oturtmuştur. Bu pencere bir defa daha özetlenecek olursa; evrim, maddenin süreklilik, değişim ve uyumunu (adaptasyon) içeren bir süreçtir. Yoksa, doğaüstü güç ve yaratımla ilgili sınanamayacak referansların, meşguliyet alanı değildir.
Akıllı tasarım ve tasarımcılara pekçok soru sorulabilir. Örnek olsun, sorum şudur:
Yaratılış düşüncesinde, insanın ana-atası olan Adem’le, Havva’nın göbek deliği var mı dır?; yok mu dur?..
Yanıt belirsiz, rivayet muhtelif, hikaye karışıktır. Kimin, kimin kaburga kemiğinden yaratıldığından bağımsız olarak, Adem ve Havva, Cennet Bahçelerinden ilk günahı işleyip kovulmadan önce, semavi dinlerden Hıristiyan ikonografisine göre resmedildiklerinde, her nedense hep göbek deliği ile gösterilmişlerdir. Kilise ressamları, anamız ve babamızı, kilise kubbelerine göbek deliği ile işlemişlerdir. Tabii bu sorunumuz olmamakla birlikte, nedeni olsa olsa vahyin konusu olsa gerekir. Ama vahiy de bu biçimdeyse, ortaya çetrefil başka bir konu çıkmaktadır. Öyleyse, Havva ve Adem’in anası ve babası kim oladır? Yoksa akıllı tasarım, bir fıkra, insanlara yapılan bir şaka mıdır?
Haydi, konuyu burada kesmeyelim, yola devam edelim...
Göbek deliksiz Havva Anamız ile, göbek deliksiz Adem Babamızın dünyaya avdetlerinden sonra, kitaplara göre insan soyunun oluşumu ile görevli kılınmış oldukları bilinir. Yani insaoğlu bu ayrı cinsiyetli iki atadan biyolojik süreç olan “üreme” ile çoğalacaklardır...
Nitekim, öyle de olmuş olsa gerek ki, yaratılışın bütün yazılı kayıtları, ilk ademoğulları olan Habil ile Kabil’den söz eder. Hani ilk günahdan sonra, birbirinin katili olan “abi” soyundan...
Habil ve Kabil, Adem’den gebe kalan Havva’nın karnında (yer uterustur; ama halk ağzı tercih edilmiştir) ikamet ederken, gelişim süreçlerini doldurmak için maternal dolaşıma ve göbek kordonuna ihtiyaç duymuşlardır. Doğumlarında göbek bağları kesildiğinde de, onların da nur topu gibi “göbek delikleri” olmuştur. Kısacası, insan oğullları durup, dururken yeni bir yaratılmaya sıçramış, yani evrilmişlerdir...
Burada derin nefes almak gerekir. Başlangıçta da, bugün kü haliyle yaratılan insan için, herhal tasarımın yeni aşaması, böyle evrimci tasarlanmış olsa gerektir...
Hikayenin, karanlıkları bitip tükenmez... Ana-atamızın, insanoğulları bilinir de, insan kızlarından bahis yoktur. Yani soyun devamlılığı açısından cinsiyet farklılaşması nereden ve nasıl sağlanmıştır. Ola ki, Havva ve Adem’in kitaba, kayda geçmemiş kızları da olmuşsa bile, yoksa insan soyu kardeş çiftleşmesinden mi olunmuştur. Olmadı ise, Havva Anamıza düşen yeni misyon ve faaliyetleri düşünmek bile akla zarar ve abesle iştigal konusudur... Bunlar, tasarımın “karanlık bölge” basamak, ya da alanlarını oluşturmaktadır...
Son söz, tasarımcının, tasarımı ile maddenin ve evrenin yaratılmasından bu yana ölçümlere göre yaklaşık 15 milyar yıl geçmiştir. Dünyanın bu evrende vaziyet alması ise, 4,5 milyar yıl öncesine giderken, yerin, göğün ve herşeyin yaratımına ilişkin dini referanslar, kitaplara göre beşbin seneliktir. Ve sorum da, bu ne menem iştir?
Bu lafları geçiyorum ve sona geldiğimi ilan ediyorum...
İlker Belek, 16 Mart’ta konu ile ilgili bir makale yazdı (1). Ben de, ondan izin ve alıntıyla bu sayfayı kapatıyorum.
“İdealizmin diyalektiğin gücünü kabul etmesinin nedeni, değişimin herkes tarafından gözlenebilir kesinlikte pek çok örneğinin bulunmasıdır... Nesnel idealizm, bilimin görevini, tanrının gücünün göstergesi olan değişimin kodlarının çözülmesi olarak tanımlar... Buradan nesnel idealizmin en büyük ayak oyunu ortaya çıkar: Darvin teorisiyle yaradılış inancını aynı düzeye yerleştirmek...
Maddenin tanrı tarafından yaratıldığını ileri sürmek bilimle değil inanç düzlemiyle ilişkilidir. Araştırılamaz, sınanamaz düşünceler bilime değil, inanca ilişkindir. “Madde yaratılmıştır” demek araştırmayı ve aklı inkarla eş anlamlıdır. Her şeyi yaratan tanrı ise ve tanrı her şeye kadirse, kullarının O'nun kurallarını araştırmaları zaten beyhude ve üstelik yasak bir çabadır. İnançların o nedenle tez gibi dile getirilmesine bilim dünyasında izin verilemez. İnançları olanlar, inançlarını kendileri ve tanrıları arasındaki dünyaya saklamalıdırlar. Orada sınırlı kaldıkları sürece ne bir başkasını, ne bilim dünyasını ilgilendirirler ve bu nedenle de o bağlamı içinde “saygı”yı hak ederler.
Ancak inanç o sınırlı ve özel düzleminden çıkarılıp toplumsallaştırılmaya kalkıldığında başkalarının özel dünyasını ihlal etmeye, bilimin objektif yöntemini yasaklamaya başlamış olur...Bütün bunlara rağmen, metafizik idealizm kaçınılmaz olarak dünya işlerine idealist yöntemlerle karışacak, bilim dünyasında geri çektiği metafiziğini gündelik olaylar söz konusu olduğunda toplumsallaştırmaya çalışacaktır. Çünkü inanç tanrı ile kul arasındaki özel bir ilişki olsa bile, inanca konu olan düzenlemeler herkesi bağlayıcı olarak görülürler...O nedenle, yaşamı sekülerleştirmenin yolu, esasta bilimsel çalışmaların değil, siyasal mücadelenin konusudur...”
Nurettin Abacıoğlu